Bir fotoğrafın bize anlattıkları
DÜN Hürriyet’in Gündem sayfasının manşetinde altı sütuna açılmış bir fotoğraf vardı. Gazetelerin birinci sayfasında yayınlanmayı hak eden bir fotoğraftı bu.
Dünyanın hiçbir medeni ülkesinde çekilmesine olanak olmayan, benzerlerine ancak diktatörlük rejimlerinde rastlanabilecek bir durumu belgeliyordu.
Fotoğrafı size anlatmaya çalışayım: Başbakan Recep Tayip Erdoğan, sabah ve bayram namazını Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki camide kılmış.
Cami çıkışında gazetecilerin sorularını dört şeritli bir caddenin tam ortasında yanıtlıyor.
Polisler caddeyi trafiğe kesmişler. Arka planda yolun açılmasını bekleyen onlarca otomobil görünüyor. O otomobil denizinin arkasında daha kaç tane otomobil olabileceğini kestirebilmek güç. Aynı şekilde karşı şeritte kaç otomobilin beklediği de görülmüyor.
Medeni bir ülkede Başbakan, böyle bir durumda gazetecilere açıklama yapmak için trafiği kesilmiş bir yolu kullanmaz.
O yolda bekleyen, bayram telaşı içinde evlerine gitmeye çalışan insanlara saygı duyar çünkü.
Gazetecilere mutlaka bir açıklama yapmak gerekiyorsa ve camide de bu iş için özel bir alan yoksa yakınlarda bir yerde, kimseyi rahatsız etmemeye özen göstererek bu işi yapar.
Bir ibadet yerinden çıkışını, çevredeki halkı taciz eden bir gösteriye dönüştürmez.
Türkiye’nin neden Avrupa Birliği’ne çok zor gireceğinin bir fotoğrafı bu!
Seçilmiş bir kral olmaya özenmenin, vatandaşın haklarına saygı duymamanın fotoğrafı.
Dünkü gazeteyi bulursanız bu fotoğrafı kesin ve saklayın.
İleride olabilecek olanların habercisi çünkü bu fotoğraf.
Hollywood filmi çekeriz de, gülerler mi?
BAŞBAKAN Yardımcısı Cemil Çiçek, görüşlerine katılmasam ve zaman zaman sert olarak eleştirsem de saygı duyduğum bir siyasetçi.
Siyasete girdiği günden beri kendisini takip ederim ve ciddiyetine saygı duyarım. Başka siyasetçiler gibi sırf gazetelerde, televizyonlarda boy göstermek için gösteri yapma ihtiyacı duymadığını düşünürüm.
Ama dün Hürriyet’te, Ankara Büromuzun temsilcilerine verdiği “Bizde Hollywood malzemesi çok” başlıklı demeci okur ve fotoğrafına bakarken kendisine biraz takılmama sinirlenmez diye düşündüm. Bizde gerçekten de Hollywood malzemesi çok bol. Güzel filmler çekebilir, ünlü siyasetçilerimizi de bu filmlerde oynatabiliriz.
Cemil Bey’in gözlüklerini düzeltirken çekilen fotoğrafı bana tonton bir komedyen olabileceğini düşündürttü. Louis de Funes, toprağı bol olsun, ölmemiş olsaydı onunla iyi bir ikili olabilirdi. Şimdi düşündüm Danny DeVito ile “tandem” oynayabilir!
Başbakan Erdoğan için birlikte oynayabileceği oyuncu bulmak daha kolay. Hafif bıçkın duruşuyla Steven Seagal ile iyi bir oyun tutturabilir gibi geliyor bana.
Ne yazık ki Robert Redford, Tom Cruise, Richard Gere gibi oyuncuların altında ezilmeyecek bir siyasetçimiz yok.
Cumhurbaşkanı’nı George Clooney’ye benzetiyorlar ama bu ancak “fars”ta rastlanabilecek bir benzetme.
Aslına bakarsanız ülkemiz gerçekten de iyi bir film platosu olabilir.
Ancak korkarım ki elimizdeki malzemeyle daha çok kara komedi türünden filmler çekebiliriz.
O dayansa da sen dayanamazsın!
KAZABLANKA filminin en ünlü repliği “Bir daha çal Sam”dir. Bogart’ın o kendinden emin ve hiçbir şeye pabuç bırakmaz edasıyla söylediği bu replik, sanıyorum ki sinema tarihinin de en unutulmaz repliklerinden biri. Ama kendisinden önceki repliğin hakkını yediği de bir gerçek.
Bogart, o sözü söylemeden önce piyanist Sam’in “as time goes by” şarkısını çalmaya başladığını duyar. Bu şarkının kulüpte çalınmasını yasaklamıştır, çünkü bırakıp giden bir sevgiliyi ve onun anılarını hatırlatır bu şarkı.
Şarkının çalınmaya başladığını duyunca hışımla yerinden kalkar ve şarkının o eski sevgilinin isteği üzerine çalınmakta olduğunu anlar.
Kendi kendine şöyle der: “O dayanabiliyorsa, ben de dayanırım.”
Ve piyaniste seslenir: “Bir daha çal Sam!”
Bence bu filmin asıl repliği de odur zaten: “O dayanabiliyorsa, ben de dayanırım.” Áşıklar arasında eşitsiz bir ilişki vardır. Mutlaka biri, diğerinden daha çok áşıktır çünkü.
Aslında her iki taraf için de bu geçerlidir. Her iki taraf da daha çok sevenin, daha çok fedakárlık yapanın kendisi olduğunu düşünür. Eşitsizlik bu yüzden doğar, somut bir temele dayandığından değil.
Ve áşık kişi bu yüzden hep mahzun hisseder kendisini. Áşığa melankolik bir hava veren de budur zaten.
Şu ya da bu nedenle yaralandığını hissettiği zaman önce yıkılır, sonra diklenmeye çalışır: O dayanabiliyorsa, ben de dayanırım!
İşin ilginç tarafı, bu yokluğa dayanabileceğini düşündüğü sevgilisi de aynı şeyleri tersinden yaşıyordur o sırada. Ama bunu bilmez, bilemez.
Sonuç çok basittir aslında: Gerçekten seviyor ve seviliyorsan o da dayanamaz, sen de dayanamazsın!
Bu yazıyı yazarken küçük bir pencereden yaprakları dökülmüş bir ormana bakıyordum ve müzik setinde Albinoni’nin Adagio’su çalıyordu.
Eğer Giazotto’nun muhteşem yaratıcı dokunuşu olmasaydı, bu besteyi bu kadar huşu içinde dinleyebilir miydik, bilmiyorum.
Kazablanka’daki repliği hatırlamama bunu düşünmem neden oldu.
Bu bestenin hüznü, yaprakları dökülmüş orman ve “o dayanabiliyorsa, ben de dayanırım” sözü.
Biliyorum ki áşıklar dayanamaz!