Otuz yıl sonra Ergenekon Davası
ERGENEKON Davası’nda söz alan tutuklu sanıklardan Mustafa Balbay, “Ahmet Özal babasını Ergenekon’un öldürdüğünü söylüyor.
Geçitli baskınını Ergenekon’un yaptığı iddia ediliyor. Bu dava nasıl şekillenecek merak ediyorum. Ben küresel ısınmanın da ne zaman Ergenekon’a yükleneceğini merak ediyorum” deyince Mahkeme Başkanı Köksal Şengün’ün yanıtı gülüşmelere yol açmış.
Şengün’ün yanıtı şu: “Mümkündür!”
Davanın nasıl geliştiğini anlatan, son derece özlü bir yanıt bu!
Gereksiz ayrıntılarla, dava ile hiç ilgisi olmayan tanık ifadeleriyle, bir dava dosyasında asla bulunmaması gereken özel telefon konuşması kayıtlarıyla dosya binlerce sayfayı buluyor.
Bu yetmiyormuş gibi neredeyse her iki-üç ayda bir, başka davaların dosyaları isteniyor, onların gelmesi bekleniyor, dava giderek dallanıp budaklanıyor.
Bu dava, ikinci Ergenekon Davası olarak biliniyor, 82. duruşması dün yapıldı, daha ifadelerin tamamlanması bile bitirilemedi.
Birinci Ergenekon Davası 2.5 yıldır görülüyor, daha ancak gizli tanıkların ifadelerinin alınmasına geçilebildi.
Öteki Ergenekon Davaları ile birlikte baktığımızda görünen tek şey, 15-20 yıla varacak bir yargılama süreci.
Elbette bu arada davanın görülmesini hızlandıracak başka gelişmeler olmaz ise!
Savcılığın eline geçirdiği her ifadeyi, her arama ve dinleme tutanağını savruk bir şekilde dava dosyasına tıkıştırmış olmasından, iddianamenin özensizliğinden kaynaklanan bu durum, adil yargılanma hakkını da engelliyor, varsa gerçek suçluları onlarca sanığın arasından çıkarıp cezalandırmayı da!
Suçlu olup olmadıkları kim bilir ne zaman ortaya çıkacak sanıkların giderek uzayan tutukluluk hallerinin de temel bir insan hakları ihlali olduğu gerçeğini unutmayalım.
Diyarbakır Cezaevi’nde, 12 Eylül döneminde işlenen insanlık suçları ile ilgili sempozyumlar yapılıyor, tanıklar yaşadıklarını anlatıyor ve ibretle izliyoruz.
Bana öyle geliyor ki bir otuz yıl sonra aynı işi bu dava için de yapacağız!
Bu adalete inanmıyorum!
ÇORUM’da Ensar Vakfı’na eğitimi için burs almaya giden 15 yaşından küçük bir kız çocuğunun vakıf başkanının cinsel tacizine uğraması ile ilgili davada ilginç bir gelişme yaşandı.
Çorum Ağır Ceza Mahkemesi, küçük kızın “beden ve ruh sağlığının bozulduğuna ilişkin” Adli Tıp Raporu’nu dikkate almadı.
Gerekçe, söz konusu taciz ile ilgili haberlerin ulusal basında yer alması ve kızın ruh sağlığının bu nedenle de bozulmuş olabileceği olasılığı!
Mahkeme, Vakıf Başkanı Zekai İşler’in duruşmalardaki “iyi haline” de bakarak cinsel istismardan verdiği cezayı 4 yıl 8 ay olarak belirlemiş!
Adli Tıp Raporu, dikkate alınmış olsaydı cezanın 15 yıla kadar çıkması söz konusu olabilecekti.
Cinsel tacize uğramış küçük bir çocuğun ruhsal durumunun bozulması için bunun gazetelerde haber olmasının gerekmediğini bir kenara bırakıyorum. Bunun için aslına bakarsanız Adli Tıp raporu bile gerekmez.
Böyle bir olay başına gelmiş hangi çocuk, ilerideki yaşamında bunun psikolojik izlerini taşımaz?
Bu “duruşmadaki iyi hal” meselesini de anlayamıyorum.
Çocuklara tecavüz et, adam yarala, insanları öldür, silahlı soygun yap, sonra mahkemeye giderken takım elbise giy, kravat tak, boynunu bir kenara eğip sessizce otur, oldu sana iyi hal!
Arada bir de “Pişmanım” de, cezanı indirsinler!
Bunun doğru bir adalet dağıtma yöntemi olabileceğine inanmıyorum!
Şu baklayı çıkarın artık!
ANADİLDE eğitim taleplerinin sonunun kaçınılmaz bir şekilde “bölünme” olduğunu birçok yazar yazdı.
Buna karşı ileri sürülen gerekçe de kimsenin anadilini öğrenme hakkının görmezden gelinemeyeceği.
Doğru bir bakış bu elbette. Kimse anadilini öğrenmeden yaşamak zorunda bırakılmamalı.
Ama anadilinde eğitim görmek ile anadilini öğrenmek arasında önemli farklar var.
Anadilde eğitim talep edenler, bunun olası bir bölünmeyi de önleyeceğini söylüyorlar.
Ben şunu çözemiyorum:
Diyelim ki istedikleri gerçekleşti ve Kürtçe ikinci bir eğitim dili olarak kabul edildi.
Türkiye’nin değişik yörelerine dağılmış bulunan Kürtlere, “Çocuklarınızın Kürtçe eğitim görmesini istiyorsanız şu şu illere taşınmak zorundasınız” mı denilecek?
Bu kaçınılmaz olarak bir nüfus mübadelesi ve bölünme değil midir?
Bu denilmeyecekse Kürtçe eğitimin, “bölünmemiş” bir ülkede, yaygın olarak, Türkiye’nin her köşesinde yapılabiliyor olması lazım.
Peki, böyle bir olanak var mı? Bütün müfredatı Kürtçe okutabilecek öğretmenler, bir bu kadar daha derslik? Tek dilde eğitimi bile yeterli öğretmen bulunamadığı için doğru dürüst yapamayan bir ülke bunu nasıl başaracak?
Başı sonu iyi düşünülmemiş, gerçekleştirilmesi daha karmaşık sorunlar yaratabilecek talepleri öne sürmenin bir tek anlamı var: Ben geçinmek istemiyorum, çatışma noktalarımızın sayısı ne kadar artarsa o kadar iyi olur!
Ağızlarının içindeki baklayı tam olarak çıkarsalar bence sorunun çözümü için daha iyi bir zeminde konuşuyor olabiliriz!