Bir savcı arıyorum, gözlerim kapalı!
DENİZ Kurmay Albay Berk Erden’in intihar etmesine neden olan internet sitesindeki haber ile ilgili olarak hiçbir resmi girişimin yapılmadığı ile ilgili haberi dün Milliyet’te Şükrü Andaç’ın haberinde okudum.
Milliyet muhabiri, internet sitesinin yetkililerini aramış ve bu konuda hiçbir girişimin yapılmadığını öğrenmiş. Ancak bu aramadan sonra internet sitesi söz konusu video görüntülerini yayından kaldırmış.
Bu aşamada önemli olan bu videonun söz konusu internet sitesine nereden ve kimin tarafından yüklendiğini bulabilmektir.
Devletin olanakları bunu bulabilmek için yeterli. Ancak bir savcının, bu konuda soruşturma açıp, harekete geçmesi gerekiyor.
Elbette TSK da elindeki olanaklarla böyle bir bilgiye ulaşabilir diye düşünüyorum.
Bunu kimin yaptığını bulmak, yapanı teşhir etmek “Artık sabrımız taşıyor” sözlerinden daha etkili bir girişim olur, bunu söylemiş olayım!
Tabii ki savcılarımızın böyle bir konuda harekete geçmelerinde bazı sakıncalar var.
Söz konusu cemaat yapılanmasını araştırmak için harekete geçen Erzincan Cumhuriyet Savcısı’nın başına gelenler de ortada!
Öyle bir örgütlenme var ki bu tür tehlikeli sulara girmeye teşebbüs edenlerin elleri yanıyor!
Bu konu bütün vatandaşların kişilik haklarını yakından ilgilendiriyor.
Birileri bir senaryo yazıyor ve bunu internet olanaklarını kullanarak yayıyor. Bu yarın benim için de olabilir, bu yazıyı okuyan sizler için de!
Devletin savcılarının görevi biz sade vatandaşların kişilik haklarını korumaktır.
Onlara güvenmeyeceksek, kime güveneceğiz?
Bu şimdi gerçek bir sınav! Bu cemaatle uğraşmayı göze alacak mıyız, almayacak mıyız?
Sadece yasalara ve bağımsız yargıya güvenmek durumunda olan biz sıradan vatandaşları yakından ilgilendiren bir soru bu.
Böyle bir savcı çıkacak mı?
Üzerime hiç vazife olmayan bir gözlem
GEÇEN hafta sonu bir arkadaşımla birlikte Beyoğlu’nda tura çıktık. Canlı müzik yapılan yerleri dolaştık. Amacımız, yeni şarkıcıları ve grupları bulabilmek, İstanbul’da gençlerin ne tür müziklerle eğlendiklerini keşfedebilmekti.
“Başarılı” bir gezi oldu benim için. Balans isimli bir yeri keşfettik, Yüksek Sadakat’in harika şarkılarını dinledik.
Arkadaşımın işi bu zaten! O işine baktı, ben çevreyi seyrettim!
Genç neslin boyunun uzadığı tespitlerim arasında.
Bir, iki değil belki yüzlerce genç kız gördüm, boyları 170 santimin üzerinde olan. İlginç bir gözlemdi benim için. Demek ki Türk halkının boy ortalaması değişiyor.
Ancak şunu söylemeliyim: Uzayan sadece gövdeler! Bacak boyları değil.
Olabilir tabii, kimseyi bu nedenle eleştirecek değilim. Belli ki genlerimiz, Slavlarınkinden farklı.
Beni o kadar ilgilendirmiyor elbette, artık yaşımı başımı aldım, bu tür meseleler ilgi alanım dışında. Ama bacak boyları bu kadar kısa olan genç kızların düşük belli pantolon giymelerine yine de itiraz ediyorum! Düşük belli jean’ler ve üzerine giyilen kısa tişörtler, kısa olan bacak boylarını daha da
vurguluyor gibi geldi bana. Belli ki kimse bu kızlara düşük belli pantolonların kendilerini olduklarından daha kötü göstereceğini söylememiş!
İşte ben burada söylüyorum.
Eğer bacak boylarınız, vücutlarınıza göre daha kısa ise lütfen o pantolonları giymeyin. Moda, insana yakışan şeydir, genel akımlara kapılmayın.
İlber Hoca Efendi’ye kızmadan önce
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya çok kızdı. Ortaylı’ya “Hoca Efendi” bile dedi!
Bu deyim, ülkemizdeki bir grup insan için belli bir kişiye yönelik “saygı ifadesi” olarak da kullanılıyor. Kim olduğunu tahmin edersiniz, ABD’de yaşıyor!
Bu nedenle Başbakan’ın bu sözü bir tür “küçümseme” ifadesi olarak kullanması, kendisi açısından sakıncalı olabilir, uyarmış olayım. Bunların bir sürü internet sitesi var, Allah göstermesin her şeyi de yazabiliyorlar!
Ama zaten konumuz bu değil.
Konumuz, İlber Hoca Efendi’nin bir konuşmasının aslında tümüyle doğruları yansıtıyor olmasına, Başbakan’ın duyduğu kızgınlık.
Prof. Dr. Ortaylı, her ilde bir üniversite açılmasını eleştirmiş, Başbakan da buna çok kızmıştı.
Kısa bir süre de olsa Anadolu’daki üniversitelerden birinde asistanlık deneyimi olan bir kişi olarak söyleyeyim ki İlber Hoca Efendi haklı!
Eğer üniversite kurumunu, bir tür yüksek lise olarak görüyorsanız, sadece her ile değil, her ilçeye de bir üniversite açabilirsiniz.
Hocası yokmuş, kütüphanesindeki kitapların sayısı benim evdeki kitaplardan daha azmış gibi konuların bu durumda önemi yoktur. Ama üniversite, bundan çok daha fazla bir şey!
Bir meslek okulu değil. Öğrencilerine dünyayı kavratacak, bilimsel gelişmeyi sağlayacak bir kurum bu. Adı üzerinde “üniversite”: Evrensel bilgilere açılan bir kapı!
Eğer o okulları açıyor ama içine bilimsel çalışma yapacak hoca koyamıyorsanız, kütüphaneleri sinek avlıyorsa, o okulu bitirenler, evrensel bir bilgiyle donanıp, dünyanın her yerinde geçerli bilgilere sahip olamıyorlarsa ona üniversite denmez.
Dense dense “Çocuklar sokakta kalmasın, gelsinler buralarda dört yıllarını geçirsinler okulu” denir ki bunu gençlere yapmak, gerçekten vicdanı olan insanları üzer.
Başbakan, İlber Hoca Efendi’ye kızacağına, tek derdi imam hatipler olan YÖK’e kızsın!
Bu okulların kütüphaneleri nerede, doktora yapmış hocaları nerede, profesörleri nerede? Bunu sorsun.
Maliye Bakanı’na talimat versin, ülkenin parlak gençlerini üniversite hocası olmaya teşvik edecek maddi imkânlar yaratsın.
Bir ülke böyle kalkınır. Teknolojiye, bilgiye böyle sahip olur.
Dört duvar ve bir çatı yapıp, kapısına “üniversite” yazmakla, üniversite kurmuş olmazsınız.