Eskişehir’i Ankara’dan yönetmeye çalışmak
HÜRRİYET Treni etkinliklerine katılmak için dün Eskişehir’e gittim.
Eskişehir garı, 1950’lerde eskisi yıkıldıktan sonra yapılmış. Eskisinin daha güzel ve kişilikli bir bina olduğuna eminim. Anadolu’nun dört bir yanında eskisine benzeyen binalar hâlâ duruyor. Yıkıp yerine yenisini yapma hastalığımızın bir sonucu olarak sayıları artık azalmış durumda ama o güzellikte yenilerini yapabildiğimiz de söylenemez.
Gar binası, bunca insanın girip çıktığı bir bina olarak pırıl pırıl! Garı yönetenleri kutlarım. Tren yollarının kesiştiği bir kavşaktaki bu binanın benzerlerini Sibirya’da yaptığım tren yolculuğunda da görmüştüm. Demek ki 50’li yılların demiryolculuğunda böyle bir eğilim varmış. Bir yarım silindir şeklinde yüksekçe bir ana bina ve iki yanında tren vagonları gibi uzayan müştemilatlarıyla nostaljik bir görüntüsü var.
Ve şimdi ilginç bir tartışmanın da odak noktasında bu bina!
Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’in imar planına da koyduğu proje, garın eski Şeker Fabrikası’nın bahçesinin de yer aldığı bir bölgeye taşınmasını ve kent içinden geçen bütün tren yollarının yeraltına alınmasını öngörüyor.
Elbette burası Türkiye ve Ankara’da oturanlar, bu kentte yaşayan ve sorunlarını bilenlerden daha çok konuya hâkim olduklarını zannettikleri için tam tersini yapmak istiyorlar! Mevcut garı büyütmek!
Belediye Başkanı AKP’li olsaydı böyle olmazdı kuşkusuz.
Bu partinin genetiğinde böyle bir durum var. Kendisine oy vermeyeni cezalandırmak, rakip parti belediye başkanlarını iş yapamaz hale getirmek! Ama bu yol daha önce o kadar çok denendi ve kimsenin işine yaramadı ki yine yarayacağını sanmıyorum.
Çiğ değil, ‘çibörek’!
ESKİŞEHİR’e kadar gelip “çiğ börek” diye bildiğimiz Tatar böreğinden yememek olmazdı tabii.
Önce yanlış bilgileri düzeltelim: Bir kere o yediğimiz şeyin adı “çiğ börek” değil, “çibörek” diye yazılıp, okunuyor. Kırım Türklerinin kullandığı Kıpçak lehçesinden bir kelime, “enfes-leziz börek” anlamına geliyor.
İkincisi, bu börek ile başka kentlerde yediğimiz börek aynı değil. Kim bilir belki de sadece bu nedenle Eskişehir dışındakilere “çiğbörek” diyebiliriz, aradaki farkı vurgulayabilmek için!
Has Kırım Çiğbörekçisi’ni yöneten Erol Uluçay bizim “Tatar” diye tanımladığımız Kırım Türklerinden.Çibörek’in nasıl yapıldığını anlatan uzun bir şiiri bastırmış, duvarına da asmış. Şiir İsmail Otar tarafından yazılmış, Kırım Türkçesiyle.
“Ataydan kalgan bizge; etli maylı kamuraş / Köbetemen katlama, lakşa, cantık, tataraş” diye başlayıp, devam ediyor. Orta Asya’da konuşulan Kazakça ve Kırgızcaya kulağım yabancı değil, çok dikkat edersem bazı yerlerini anlayabiliyorum ama bir çeviri yapabilecek durumda da değilim.
Bu şiiri okurken ilk gençlik yıllarımızda dinlediğimiz bir şarkıyı hatırladım: “Siyt Osman saray, saldırgan ay, boyganda boyga / sen nişanda çok yedin ay hoş geldin toyga!”
Yıldız Ayhan’ın derlediği bu Kırım türküsü, folk şarkılarının pop şarkılara dönüştürülmesinin moda olduğu yıllarda da çok dinlenirdi.
Kırım Börekçisi’nde bir de “sorpa” isimli bir tür çorba kıvamında et yemeği yedik. Koyunun bel bölgesindeki etten yapılan ilginç ve lezzetli bir yemek.
Yerel lokantaların bu tür yemekleri yaşatması, kaybolmaya yüz tutmuş reçeteleri yeniden ele alması kültürel varlıklarımızı korumak açısından önemsediğim bir şey.
Eskişehir’e yolunuz düşerse, aklınızda olsun.
Heykeli dikilecek adam heykel yapıyor!
“HEYKELİ dikilecek adam” tanımına benim ölçülerime göre en çok uyan insan Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’dir.
Bir kentin kaderini ve görünümünü değiştirmeyi başarmak, bunu yaparken de her türlü dedikodu ve tezviratın dışında kalıp, herkes tarafından sevilebilmek kolay bir şey olmasa gerek.
Önce Eskişehir’i bir üniversite kentine dönüştürdü, yönettiği üniversiteyi akademik açıdan kendi kendine yeterli hale getirmekle kalmadı, çevre kentlerdeki üniversiteleri de besleyebildi.
Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu günden beri de Eskişehir’in görüntüsünü değiştirdi. 1976’da Bülent Ecevit’i takip eden bir muhabir olarak geldiğim bu kentte gördüğüm tek şey çamur ve tozdu.
Şimdi yemyeşil parklar, süslü köprüler, kenti bir Avrupa kentine dönüştüren heykeller, Porsuk’ta gezinti tekneleri ve bir de halk plajı!
Parkları gezerken anlıyorsunuz ki bir insan kendi evinin bahçesine bile bu kadar özen gösteremez.
Tepebaşı Belediyesi’nin pişmiş toprak heykelleri bir yandan, Büyükşehir’in çabaları diğer yandan Eskişehir bir tür açık hava sanat galerisine dönüşmüş. Ama bunların içinde benim için en büyük sürpriz, bu ayın sonlarında açılması beklenen bir “mumya” müzesi. Londra’daki Madam Tussaud müzesinin bir benzeri Eskişehir’de kuruluyor. Açılma hazırlıkları süren müzeyi dün gezme olanağı buldum. Osmanlı Padişahları, Cumhuriyet döneminin bütün cumhurbaşkanları, önde gelen politikacılar, sanatçılar. Müzeyi gezerken insan Cumhuriyet tarihinin içinde bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyor kendisini. Ve en ilginç olan yönü bu mumya heykellerin tümünün bir kişinin elinden çıkmış olması.
O kişi de Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’den başkası değil. En az Madam Tussaud kadar başarılı mumya heykeller bunlar.
“Şapkamı çıkarıyorum”dan başka ne söyleyebilirim ki?