Her şeyden sorumlu olmak mı, her şeye karışmak mı?
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan olduğu için bu memleketteki her şeyden sorumlu olduğunu söyledi.
Uzun süredir Başbakan’dan duyduğum en doğru söz bu. Yanlış anlaşılmasın, arada sırada benim bakış açıma göre de doğru şeyler söylediği elbette oluyor ama bu en doğrusuydu!
Demokrasilerde “siyasal sorumluluk” diye bir kavram var.
Siyasetçileri seçip işbaşına getirdiğimizde onlardan işleri, söz verdikleri gibi doğru dürüst yapmalarını bekliyoruz.
Doğru insanları işbaşına getirmelerini, onların işlerini düzgün yapıp yapmadıklarını denetlemelerini, düzgün yapmayanı görevlerinden almalarını ve yerlerine bu işi ehliyetle yapabilecek olanları bulup getirmelerini bekliyoruz.
O işlerde aksamalar olduğunda da bunun sorumluluğunu taşımaları gerekiyor.
Bu yüzden gerçek demokrasilerin yaşandığı medeni memleketlerde, sorumlu kişilerin işlerini iyi yapmamaları ya da ihmal etmelerinden kaynaklanan hataların sorumluluğunu seçilmiş olanlar üstleniyor.
Mesela Makedonya’da Bulgar turistleri taşıyan bir tekne battı, birçok insan öldü ve sonunda Makedonya ve Bulgaristan’da bakanlar istifa ettiler.
Çünkü o tekne ile güvenli şekilde turist taşınıp taşınmayacağını denetlemesi gereken insanlar görevlerini layıkıyla yapmamışlar, onları o göreve getiren bakanlar da bunun farkına varmamışlardı.
Bedelini istifa ederek ödediler.
Bizim ülkemizde ise böyle bir siyasi sorumluluk anlayışı gelişmiş değil.
Çocuklarını evlendirme heyecanıyla bir gemiye binen dört insan, iskele düzgün yapılmadığı için, iskelede gerekli önlemler alınmadığı için öldüler.
Bakıyorum Bakan Bey hâlâ görevinin başında.
Atlas Jet uçağı Sivil Havacılık görevini gerektiği gibi yapmadığı için düştü, Bakan görevinde kalmaya devam etti.
Hızlandırılmış tren kazası oldu, kimse siyasi sorumluluğu üzerine almadı, istifa etmedi.
‘Milli bir kaynak’ istihbarat verdi, Uludere’de insanlar öldü, kimse sorumluluğu üzerine almadı.
Daha yüzlerce örnek verebilirim, ama bu sütun yetmez.
Başbakan, memlekette olup biten her şeyden sorumlu olduğunu söylediğine göre şimdi acaba durum değişir mi diye düşündüm, yok hayır hiçbir şey değişmeyecek bence.
Çünkü Başbakan bu sözü söylerken, benim düşündüğüm gibi bir “siyasal sorumluluk” kavramından hareket etmiyor. O her şeye, hatta özel hayatlarımıza bile karışabileceğini düşündüğü için böyle söylüyor.
Kim kürtaj yaptırabilir, kim sezaryen olabilir, kim sokağa masa koyabilir, kim kaç bardak içki içebilir, gibi konulara karışmak istiyor çünkü.
Şimdilik şanslı sayılabiliriz. Yakında insanların nasıl sevişebileceklerini de söyleyebilirler. Misyoner usulü mü, Ala Grek mi, ona bile karışabilirler.
Bunlar işçileri sevmezler
YARGI gücünü ele geçirmek için hazırlanan ama bu anlaşılmasın diye etrafı “memurlara toplusözleşme hakkı” gibi şekerlerle kaplı olan Anayasa değişikliği ile ilgili referandumdan önce bunun bir yutturmaca olduğunu söylemiştim.
Nitekim çok beklememiz gerekmedi. Memur sendikaları toplusözleşme görüşmeleri için masaya oturdular ve hükümetin önerdiği zam oranlarını kabul etmediler.
Bunun üzerine yine hükümet tarafından atanan “hakem heyeti” toplusözleşmeyi karara bağladı: Birinci yıl 4+4, ikinci yıl 3+3 zam!
E hani memurlar sendikaları aracılığıyla toplusözleşme yapabilecekler ve yaşam koşullarını serbest pazarlık ile düzeltme olanağı bulacaklardı?
“Yetmez ama evet”i gel de memurlara anlat şimdi! AKP iktidarı da kendisinden önceki tüm merkez sağ iktidarlar gibi esasen işçileri sevmez.
Onlar da kendilerinden öncekilerin yaptığı gibi “kendi zenginlerini” yaratma telaşındalar.
Çalışanların hakları söz konusu olduğunda şahin kesilirler. Bakın şimdi de havacılık işkolunda grev yasağı getirmek için kanun teklifi verdiler. Buna karşı çıkıp, protesto grevi yapan THY çalışanlarını da işten atmakla tehdit ediyorlar, kim bilir belki ben bu yazıyı yazarken yüzlerce insanı işten attılar bile.
Hani siz işçinin, emekçinin haklarını kimselere yedirmeyecektiniz?
Salla gitsin, nasıl olsa anlamazlar
MERKEZ sağdaki siyasetçilerin temel özelliklerinden biri de halkın bazı konuları tam olarak bilmemesinden yararlanmaktır.
Bu nedenle gözü kapalı palavralar sıkarlar, bu tür konularla doğrudan ilgilenme olanağı olmayan sade vatandaşı kandırırlar.
Mesela “iki kere sezaryen doğum yapan kadınların bir daha asla doğum yapamayacağı palavrasını” kolayca söyleyebilirler.
Jinekoloji literatüründe on sezaryene rağmen gebe kalınabileceği ile ilgili yayınlar bulunduğunu sade vatandaş nereden bilsin?
Mesela “Kürtaj Avrupa’da yasak” yalanını rahatça atabilirler, vatandaş şunları nereden bilsin: Avusturya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Letonya, Litvanya, Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya’da 12 haftalık gebeliklere kadar kürtaj serbest. Hollanda’da bu süre 13, Portekiz’de 16, İspanya’da 22, İngiltere’de 24 hafta.
Sadece aşırı Katolik geleneklerin hâkim olduğu Malta ve İrlanda’da yasak. Oralarda da zenginler başka ülkeye gidip kürtaj oluyor, fakirler ölüm riskini göze alıp merdiven altı muayenehanelerde!
Türkiye’de de Başbakan sayesinde böyle olacak. Zenginler uçağa binip bu ülkelerden birine gidecek, fakirler sağlıksız muayenehanelerde ya da tavuk tüyü, yüksekten yere atlama gibi yöntemlerle hayatlarını riske atacaklar.
Bu nedenle ölüp gidecek kadınların hesapları da dilerim ki ilahi hesap günü geldiğinde bu beylerden sorulur!