Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Hukuk usullerinin zorlanmasından adalet çıkmaz

Eski Genelkurmay Başkanı emekli orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklanması liberal demokrat kesimde “artık bu ülkede genelkurmay başkanları da hesap veriyor” yaklaşımı ile karşılandı.

Evet, kuşkusuz ki suç işleyenlerin sıfatlarının ne olduğunun önem taşımaması gerek.
Türkiye de gerçekten bir hukuk devleti olacaksa suç işleyenin kimliği, suçun önüne geçmemeli. O da her vatandaş gibi adalet önünde hesap verebilmeli.
Ama bunun hukuk çerçevesinde ve hukuk usullerine uyularak yapılıyor olması gerekir ki bir “hukuk devletinden” söz edilebilsin, keyfilik hukuk kurallarının önüne geçmesin!
Genelkurmay Başkanları, görevleri nedeniyle işledikleri suçlarla ilgili olarak Anayasa’ya göre Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’nde yargılanabiliyorlar. Öteki mahkemelerde yargılanmaları için meselâ adam öldürmüş ya da yaralamış olmaları, hırsızlık yapmış olmaları gibi kişisel suçlar işlemiş olmaları ile mümkün.
Oysa Başbuğ’un tutuklanmasına neden olan suçu işlemiş olabilmesi, sadece Genelkurmay Başkanı olması ile mümkün. Böyle bir sıfatı olmasa, üzerine atılı olan suçu işlemesine olanak olmayacaktı.
Sabah’ın dünkü haberine göre Yargıtay’ın Hasdal’daki tutuklu komutanları ziyaret eden Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları hakkında “görevsizlik” kararı vermesi, Başbuğ’un Özel Yetkili Mahkeme’ye sevki için örnek olmuş.
İki suç iddiası arasında böyle bir ilişkinin kurulması hukukun zorlanmasından başka bir şey değildir.
Hasdal’ı ziyaret eden komutanlar bu ziyareti sahip oldukları yetkiyi kötüye kullanarak yapmadılar, kişisel bir ziyaret yaptılar ve hapisteki insanları ziyaret etmek diye bir suç da kanunlarımızda zaten yok! Savcılığın aldığı ziyaret yasağı kararı, bu ziyaretten sonradır.
Hukuk usullerine uymamak yargılamada keyfilik demektir ve sadece bu bile varsa suçun cezasız kalması sonucunu yaratır.
Emekli orgeneral İlker Başbuğ, “terör örgütü yöneticisi olmak” ile suçlanıyor. “Terör örgütü” üyeleri de bugün çoğu tutuklu olarak yargılanmakta olan muvazzaf subaylardır.
Evet, bir terör örgütünden söz edebilmemiz için her şeyden önce aralarında hiyerarşik ilişki bulunan bir grubun bulunması gerekiyor. Sonra bunların terör eylemleri planlamaları ve gerçekleştirmek üzere harekete geçmeleri de gerekli. Planlamış olmaları bile yeterli.
Ancak burada zanlılar arasındaki ilişki, resmi görevlerinden kaynaklanan bir hiyerarşik ilişkidir.
Görevlerini kötüye kullanmış, görev tanımlarının dışına çıkmış, bir darbeye zemin hazırlamak üzere harekete geçmiş olabilirler. Bunu yargılama sonucunda anlayacağız.
Ama kamu görevlisi olarak birbirleriyle hiyerarşik bir ilişki içinde bulunanların birlikte ve emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdikleri eylemleri “terör örgütü eylemi” olarak nitelemek de hukukun zorlanmasından başka bir şey değildir. Bu durumda bütün bir Silahlı Kuvvetler “terör örgütü” haline de gelmiş oluyor ki bu da adalet vicdanı ile örtüşebilecek bir durum sayılmaz.
Ordunun internet siteleri kurarak vatandaşlara ve hükümete karşı psikolojik savaş yapması kuşkusuz ki dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde görmezden gelinebilecek bir suç değildir.
Ancak en göz önündeki suçu bile kovuştururken hukukun usul kurallarına uymak, hukuk devleti olmanın olmaz ise olmaz bir gereğidir.
Vatandaşların kendilerini huzur içinde hissedebilecekleri bir hukuk düzenini ancak bu yaratabilir.

Kralın hediyesi İngiltere’yi de gerdi

BİRLEŞİK Krallık Kraliçesi Elizabeth’in oğlu Prens Edward’ın eşi Wessex Kontesi Sophie’nin canı şu aralar çok sıkılıyor olmalı.
Prens ve Kontes geçtiğimiz aralık ayında Bahreyn’e bir ziyarette bulunmuşlar. Kral Hamad ve Başbakan Şeyh Halifa, Kontes’e bu gezi sırasında çok değerli bir “mücevher takımı” armağan etmişler.
Bunu biliyoruz çünkü orası medeni bir ülke ve devlet yetkililerine yabancıların verdikleri hediyelerin bir listesi yılsonunda yayımlanıyor.
Liste yayımlandıktan sonra da bu hediyeler sahiplenilmiyor, “Kraliyet Koleksiyonu”nun bir parçası olarak sergileniyor.
Şimdi İngiltere’de bu hediyeler tartışılıyor. Tartışmanın nedeni hediyeyi verenin ülkesinde demokratik haklar için mücadele edenlerin durumları. Bir sivil inisiyatif bu hediyelerin satılarak, elde edilecek gelirin bu insanlar için kullanılacak bir fona devredilmesini talep ediyor.
Biz ise aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ Suudi Kralı’nın hediyelerinin akıbetini öğrenebilmiş değiliz.
Dün gazetelerde Cumhurbaşkanı’na internet üzerinden sorulan sorular ve verilen yanıtlarla ilgili bir haber vardı. Didik dikik okudum, “Kralın hediyeleri” mevzusundan satır yok. Ya insanlar sormaya cesaret edemediler, ya da “nasıl olsa yanıt vermez” diye düşündüler. Kim bilir, belki de o sorular görmezden gelinmiş de olabilir!
Bunca gazete haberine, köşe yazısına ve TBMM’de verilmiş soru önergelerine rağmen bir yanıt verilmediğine göre kuvvetli ihtimal soruların görmezden gelinmiş olmasıdır diye düşünüyorum.

KPSS çetesi ne oldu?

HEP aynı şeyi yazıyorum ama gazeteciliğin temel kurallarından birinin fikri takip olduğu gerçeğini de kendime sık sık hatırlatıyorum.
Konumuz, her pazartesi olduğu gibi KPSS sınavında soruları çalıp, Türkiye’nin değişik bölgelerindeki seçilmiş insanlara dağıtan çetenin durumu!
Başbakan’ın “suçluları bulun dosyayı bana getirin” demesinin üzerinden iki yıl geçti, ne MİT’ten bir ses var, ne de Emniyet’ten.
Savcılığın, soruların yanıtlarını aldıkları belli olan insanların sorgularını tamamladığına ilişkin bir bilgimiz de yok.
Bu nasıl bir çete ki devletin istihbarat örgütü peşinde, Emniyet’i, savcılığı takipte ama hâlâ yakalanabilmiş değiller.
Büyüklerimiz her fırsatta “Türk devleti güçlüdür” nutukları atıyor ama bir çeteyi yakalamayı bile başarabilmiş değiller!
Devletten daha güçlü bir çete mi var karşımızda?