İmparator işbaşında!
DENİZ Feneri davası, Türk hukuk tarihinin en ilginç davalarından biri olma yolunda hızla ilerliyor.
Daha sanıkların yargılanmasına bile başlanamadı ama davada sürekli gelişmeler oluyor ve bunların hepsi de sanıkların işine yarıyor!
Normal bir hukuk düzeninde olması gereken bir durum bir bakıma! Savcılar sanıkların sadece aleyhine delilleri değil, lehlerine olanları da toplamalıdırlar ve yargılama sanıkların suçsuz oldukları varsayımı üzerinden yürütülmelidir. Ama bizim memleketimizde bu sadece Deniz Feneri sanıkları için akla gelen bir kural oluyor.
Önce soruşturmayı yıllardır yürüten savcılar değişti. Onlar “örgütlü suç” takibi yapıyorlardı, yeni savcılar iddianamelerini “hizmet sebebiyle güveni kötüye kullanmak” suçu üzerine kurdular.
Böylece sanıkların yargılama sonucunda mahkûm olurlarsa daha az bir ceza almalarının yolu açılmış oldu.
Şimdi de sanıkların daha önce tutuklanmalarına neden olan “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, yönetmek, üye olmak” ve “nitelikli dolandırıcılık” suçlamalarıyla tutuklanmalarına neden olan telefon görüşme tutanakları imha edildi.
İmha edilen kayıtlar arasında dosyanın şüphelileri arasında yer alan Kırıkkale Belediye Başkanı Veli Korkmaz ile Mustafa Çelik arasında geçen, zanlıların ev ve işyerlerinde yapılacak aramayı önceden haber verdiği iddiasına dayanak yapılan telefon konuşmaları da var. “Köstebek” iddiasına neden olan bu kayıtların yanı sıra şüphelilerin birbiriyle irtibatını gösteren yüzlerce telefon görüşmesi de imha edildi.
Böylece, mahkemenin, yargılama sırasında suçun vasfının “örgütlü suç” olduğuna ilişkin bir karara varmasının ve yargılamayı bu yönde sürdürmesinin de önü kesilmiş oluyor.
Görevden alınan savcılardan Abdülvahap Yaren, Yargıtay’daki yargılanması sırasında ne demişti, bir daha hatırlatayım:
“Zekât hırsızlarını koruma altına alan bir güç var. Ben bu güce hırsızların imparatoru diyorum. Bu imparator hem altında yer alan figüranları koruyor, hem de kendisine ulaşılmasını engelliyor!”
Uzatırlarsa unutulur zannediyorlar
ERGENEKON davasında uzun süre tutuklu olarak yargılanan, şu andaki tutuksuz sanıklardan Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin telefonuna “yanlışlıkla” Hizbut Tahrir terör örgütü üyelerinin telefonlarının yüklenmesi olayını aramızda hatırlayan kaç kişi kaldı bilmiyorum.
Sayımızın çok olduğunu da zannetmiyorum!
Bir telefona, başka bir telefondan ya da bir bilgisayardan başkalarına ait numaralar nasıl “yanlışlıkla” yüklenebilir? Sonuçta bunlar cansız, kendi başlarına bu işleri yapabilmelerine olanak yok.
Ya bir kablo bağlantısı kurmalısınız ya da bluetooth! Bu da yetmez, bir “aktar” komutu da vermeniz gerekir. Bütün bunlar nasıl “yanlışlıkla” olur, gerçek bir bilmece.
Bu olayın ortaya çıkmasından sonra sanık teğmenin avukatı suç duyurusunda bulundu. Tarih, 26 Ocak 2011 idi.
Soruşturma süresince tam beş savcı değişti, bu işi yaptığından kuşkulanılan 6 polisin ifadesinin alınabilmesi bile ancak geçtiğimiz kasım ayının 27’sinde mümkün olabildi. İki yıldan iki ay eksik bir sürede sadece ifade alınabildi!
Polisler sorgularında bu kayıt aktarma işinin nasıl gerçekleştiğini bilmediklerini de söylemişler.
Bu arada TÜBİTAK da bu konuyu araştırıyor ama 18 aydır oradan da bir rapor yazılıp savcılığa ulaştırılmış değil.
Sokak aralarında top oynayan çocukların bile kolayca çözebileceği bir konu için TÜBİTAK 18 aydır rapor yazıyor! Bilimin ve teknolojinin gücüne bak!
Ya Türkiye’de doğsaydı?
SANAYİ Bakanı Nihat Ergün, geçenlerde önemli bir konuya dikkat çekti. Uluslararası yarışmalarda başarılı olan sporculara 2 bin altın ödül verilirken, bilimsel yarışmalarda bilinci olanlara 10–20 bin lira veriliyor olmasındaki çelişkiye işaret etti, ki çok haklı.
Bakan Ergün, aynı konuşmasında şunları da söyledi:
“Steve Jobs’un babası Suriyeli idi. ABD’de doğmuş, araba garajında teknoloji işleriyle haşır neşir olmuş, üniversiteyi bile bitirmemiş. Steve Jobs, Suriye’de doğsaydı, Steve Jobs olur muydu? Muhtemelen kan dökücülerin cinayetlerine maruz kalırdı, bir sürü kabiliyetin maruz kaldığı gibi.”
Evet, bu Steve Jobs’un şansı tabii.
Ama Suriye yerine Türkiye’de de doğsa durum değişmezdi.
Onun da üzerinden 12 Eylül geçmesi olasılığı yüksekti. “Bu sakallı genç garajda gizli örgüt mü kuruyor” denilerek içeri tıkılır, işkenceden geçirilir, şansı yaver giderse iki–üç sene sonra dışarı çıkardı. Bu arada garajda ne var ne yok Emniyet’e götürülmüş ve depoda çürümeye de terk edilmiş olurdu.
Bunlar başına gelmese bile üniversiteyi zamanında bitiremedi diye askere alınması da mümkündü ki orada başına neler gelebilirdi, tahmin etmek kolay değil.
Bütün bunları atlatabilseydi elbette yine Steve Jobs olabilirdi ama Amerika’ya iltica etmesi şartıyla!