İslamcı-faşist sivil darbe tehlikesi
TÜRKİYE aylardır bir askeri darbe tehdidi üzerine konuşuyor.
Ve bu durum, gerçek bir darbe tehdidinin göz ardı edilmesine, kendini gizlemesine neden oluyor, adım adım amacına doğru ilerlemesine zemin hazırlıyor.
Son derece örgütlü bir tehdit ile karşı karşıyayız.
Özellikle Emniyet teşkilatı içinde örgütlenmiş bir oluşum telefonları dinliyor, insanların özel yaşamlarını takip ediyor, kendisine destek vermeye gönüllü ya da doğrudan kontrol ettiği medya desteğini arkasına almış durumda toplumu terörize ediyor.
Parasal kaynakları belli değil, “dayanışma” görüntüsü altında muazzam bir sermaye gücüyle yandaş topluyor, ekonomiye dal budak sarıyor.
Hareketin yurtdışında yaşamakta ısrar eden bir lideri var, kiminle hangi hesap içinde hareket ettiği meçhul. Kimsenin gücü bu örgütün üzerine gitmeye yetmiyor.
Gitmeye kalkışanlar, bunu yaptıklarına kısa sürede pişman ediliyorlar.
Bir yandan kamuoyu baskısı, diğer yandan “Askeri darbeyi mi destekliyorsun” öcüsü, aydınları bile ses çıkartamaz hale getiriyor.
Çok ciddi bir sivil darbe tehdidi ile karşı karşıyayız.
Hayallerindeki İslamcı-faşist düzeni kurmak için adım adım ilerliyorlar.
İktidardaki parti, onlar için sadece bir araç. O siyasi hareketin zaaflarından, demokrasiyi bir türlü benimsememiş olmasından da yararlanarak giderek güçleniyor, saldırılarını arttırıyorlar.
Demokrasiden yana sivil güçlerin bu tablo karşısında uyanık olmaları gerekiyor.
“Onlardan yana değilsen, askeri darbeden yanasın” propagandasının kırılması, gerçek yüzlerinin açığa çıkarılması için herkese görev düşüyor.
Durum gerçekten vahim ve artık buna karşı seslerimizi yükseltmenin zamanıdır.
Hepsinin büyük sıfatları var ama!
İSİMLERİNİN önünde yazan sıfatlara bakarsanız hepsi güçlü, kuvvetli insanlar.
Birisi Başbakan, diğeri Adalet Bakanı, ötekisi İçişleri Bakanı, başkası Ulaştırma Bakanı.
Devlet kademesi içinde de önemli sıfatları olanlar var. İsimlerinin önünde başsavcı, Emniyet Genel Müdürü, müsteşar, genel müdür, bağımsız kurul başkanı gibi sıfatlar var.
Ve bunca büyük sıfata rağmen, Anayasa’nın açık hükümlerinin, kanunların çiğnenmesini sadece seyrediyorlar.
Birileri Anayasa tarafından güvence altına alınmış haberleşme özgürlüğünü bağıra çağıra çiğniyor, telefonları dinliyor, özel yaşamları takip ediyor.
Gününün geldiğini düşündükleri zaman da kaydettikleri bu konuşma ve görüntüleri servis ediyorlar.
Emirlerindeki medyada yer bulamadıkları zaman, kendi kurdurdukları internet sitelerini kullanıyorlar.
Büyük sıfatlılardan hiçbiri bunlara “Dur arkadaş, burası bir hukuk devleti, Anayasa var, kanunlar var, sen bunu yapamazsın” demiyor, diyemiyor. Suçluları takip edip, cezalandırılmaları için yargıya sevk etmeye güçleri yetmiyor.
Yetmediği için de her gün bir yerde, birilerinin özel telefon konuşmaları, görüntüleri yayımlanıyor.
Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye bas bas bağırıyorlar ama bir demokraside asla kabul edilemeyecek bir suçun işlenmesine karşı sesleri bile çıkmıyor.
Hatta gizliden gizliye bundan hoşlanıyorlar da!
Bıyık altından gülüp, insanların terörize edilmesini seyrediyorlar.
Tarih, onları böyle hatırlayacak.
“İsimlerinin önünde büyük sıfatlar vardı ama en temel insan haklarını korumak için kıllarını bile kıpırdatmadılar” diye anılacaklar.
Bu ölümden kimi sorumlu tutmalıyız?
MUŞ’ta yeterli kuvöz olmadığı için bir bebeğin ölmesinin ardından Sağlık Bakanlığı, Muş Doğum Hastanesi’ne iki adet kuvöz göndermiş.
“İnsanlık için büyük, Sağlık Bakanlığı için büyük bir adım” mı demeliyiz, bilmiyorum.
Olay neresinden bakarsanız bakın, bürokratik “adamsendecilik”in tipik bir örneği.
Madem, gönderecek kuvöz vardı, gönderebilmek için bir bebeğin ölmesi mi gerekiyordu?
Hangi hastanede yılda kaç doğum yapıldığını, bunların kaçında kuvöz gereksinimi olduğunu bilmek için dáhi olmaya gerek yok.
İstatistik diye bir disiplin var ve geçmiş yılların rakamlarına bakıp, nereye kaç tane kuvöz gerektiğini bilimsel olarak tahmin edebilmek zor bir şey değil.
Belli ki “Allah’a emanet” ideolojisi bu işte de bilimin önüne geçmiş.
Bir bebek öldü. Böyle yazınca kuru bir istatistik gibi geliyor insana. Bir de anasına-babasına, akrabalarına sorun, bakalım ne diyecekler?
Bunun bir sorumlusunun olması gerekmez mi?
Demokrasi, aynı zamanda hesap verme ve beceriksizliklerden hesap sorabilme rejimidir.
Ama burada demokrasi filan olmadığı için herkes oturduğu koltuğun keyfini sürmeye devam edecek.
Benim bildiğim demokrasilerde, bu tür başarısızlıklardan önce sorumlu tutulması gerekenin, bu işin en başındaki kişi olduğudur.
Sağlık Bakanı, bugüne kadar bu tür olaylarda istifa etmek yerine, başkalarını suçlama yolunu seçti.
Bu olayda da kuşkunuz olmasın ki aynı tavrı sergileyecek.
Acaba bu gece yattığında rahat uyuyabilecek mi? İşte bunu gerçekten merak ediyorum.