Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Kimin genel başkan olacağı beni ilgilendirmez

DÜN CHP Genel Başkanlığı ile ilgili olarak yazdığım yazıdan sonra bir arkadaşım aradı. “Kemal Kılıçdaroğlu’nu mu tutuyorsun” diye sordu. Demek ki ne demek istediğimi tam olarak anlatamadım diye düşündüm. Bu konudaki tutumum şudur: “Ben CHP’li değilim, kimin genel başkan olacağı benim sorunum değil.”

Beni ilgilendiren tek konu Türkiye’nin demokratikleşmesi meselesidir.
Siyasi partilerin içinde bir demokrasi gelişmeden ülkenin demokratikleşebileceğine de inanmıyorum, Hasan Cemal kusuruma bakmasın.
Ben AKP’li değilim. CHP’li de, MHP’li de, BDP’li de değilim.
Bir tek isteğim var: Kızım, demokratik ve medeni bir ülkede çocuklarını büyütsün. Benim yapamadığımı o yapabilsin!
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye genel başkan olup olmayacağı kendisini ve partisini ilgilendirir.
Benim söylediğim şudur: Siyasi partiler tek kişinin çiftliği olmasın. Türkiye’de her partinin içinde değerli insanlar var, onlar da seslerini duyurabilsinler, parti üyelerini ikna edebilirlerse partilerinde yönetici konuma da gelebilsinler.
Bunun dışı beni ilgilendirmez.
Öte yandan bir gazetecinin muhalif olması gerektiğine inanırım.
Gazetecinin görevi işbaşında olanlara şakşakçılık yapmak değil, varsa gördüğü yanlışlıkları söylemektir. Ben onu yaparım. Turgut Özal’a, Süleyman Demirel’e, Bülent Ecevit’e, Mesut Yılmaz’a, Tansu Çiller’e muhaliftim, beni sevmezler ve rahmetli olanlar da sevmezlerdi. Recep Tayyip Erdoğan’a da muhalifim, yarın Kemal Kılıçdaroğlu ya da bir başkası başbakan olursa ona da muhalif olurum.
İktidar şakşakçısı her zaman bulunur. Gazetecinin işi yanlış giden işleri söylemektir. Ben böyleyim ve bu mesleği seçtiğim için de gurur duyuyorum.

Hayat fani, ölüm ani!

GEÇENLERDE New York’a kızıma gittim. Alışverişten hoşlanmadığım için onun okulda olduğu gündüz saatlerinde sinemaya gitmek ve kahvelerde oturmak ile vakit geçirdim.
Ve bir defter alıp, kendim için bir muhasebe yaptım.
Deftere şunu yazdım: Bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadığım ne var?
Kendim için samimi yanıtlar vermeye çabaladım.
Şunu gördüm: Bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadığım her şeyi yapabilirmişim.
Basit şeyler. 40 metrelik bir yelkenli, Charlize Theron ile “one night stand” gibi zaten asla yapamayacağım şeyler değil.
Arkadaşlarla bir pazartesi öğlen Boğaz’da aylaklık etmek, küçük bir yelkenli ile Ege’deki bütün adaları dolaşmak, rüzgâr uygun olana kadar bir koyda belki on gün beklemek.
Yanımda varlığından mutlu olacağım âşık olduğum kadın. Gece yarısı uyanıp tarhana çorbası pişirmek! Görmek istediğim birkaç yere gitmek. Hepsi bundan ibaretmiş.
Yani söyleyeceğim şu ki kızım okulunu bitirdikten sonra istediğim her şeyi yapabilirim.
Mutluluğun formülü demek ki aslında çok basitmiş: “Bir sen, bir ben, bir de bebek!”
Deniz Baykal, TBMM dışında kaldığı dönemde zaman zaman yemek yiyerek sohbet ettiğim bir kişiydi. CHP’de iktidara geldikten sonra yazdığım eleştiriler nedeniyle aramız bozuldu.
Bozulmamış olsaydı ona bunları anlatmak isterdim.
Şöyle derdim: “Ağabey, artık 72 yaşındasın. Yaşayabileceğin kaç yaz kaldı? Hadi bilemedin 20 yazın daha var. Bunun tadını çıkar. Çocuğun büyüdü, kendi hayatı var, seni ne kadar sevse de aslında sana ihtiyacı da yok. Bak kiraz da çıktı. Papaz erikleri insanın damağını kamaştırıyor. Bırak bu parti işlerini, takıl bana. Bir öğlen Rumelihisarı’nda balık ye, rakını iç, yürüyüş yap. Sonra güzel bir öğlen uykusu çek. İnsan rüyasında neler neler görebiliyor.”
Söylerdim ama en yakın arkadaşlarım arasında bile bunları anlayabilenlerin sayısı
o kadar az ki!

Biz asla boşanamayız!

PERŞEMBE akşamı bazı gazeteciler ile birlikte BDP’nin eşbaşkanları ile bir yemek yedim. Gülten Kışanak ve Selahattin Demirtaş ile.
Yenikapı’da Asur Otel var. Altında da bir mangal başı! Şef Ramazan Bey’e benden selam söyleyin, kebaplar muazzam! Elbette konumuz bu değil, onu da bir gün anlatırım. Fakaaat! Şunu gördüm: Fikirlerimiz birbirinin tam tersi olsa da oturup konuşabiliriz.
Bu memleketten birbirimizi kovabilmemiz mümkün değil. Mahkemeye gidip boşanabilmemiz de mümkün değil. “Sen şurayı al, burası da bana kalsın” diye bir pazarlık yapabilmemiz, nafaka üzerinde anlaşabilmemiz söz konusu değil.
Ben mırrayı ya da kebabı ne kadar seviyorsam onlar da enginarı ya da Bodrum’u o kadar seviyorlar.
Finlandiya’daki bir milli maçtan sonra oradaki Kürt kardeşlerim ile sabaha kadar nasıl kutlama yaptığımızı da hatırlıyorum, sevinçlerimiz de dertlerimiz de aslında aynı.
Bu ülkede bir arada, birbirimize saygı duyarak yaşayabiliriz ve o gün aslında birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizi ve asla boşanamayacağımızı da anlayabiliriz.
Silahları susturmayı başarabilirsek birbirimizi daha iyi duyabileceğiz. Yeter ki şu silah gürültüsü bitsin, gencecik insanlar toprak olmasın!