Kişilik haklarımızın sınırını hukuk çizer
KONUMUZ şu: Mahkeme izni olmaksızın yapılan ortam dinlemeleri kabul edilebilir bir şey midir? Bu tür kayıtların medyada yayınlanarak genelleştirilmesi uygun mudur?
Milliyet Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin geçenlerde bununla ilgili bir yazı yazdı, soruna kişilik haklarımız açısından yaklaştı.
Çok ilginç ki Milliyet’te yayımlanan bu yazının yanıtı Sabah Gazetesi’nin “ombudsmanı” tarafından verildi. Belli ki bu arkadaş, kendi gazetesinde işini yapma olanakları kısıtlanınca, çareyi bu yollara sapmakta buluyor!
Ya da ikinci olasılık: Hálá Milliyet’te çalıştığını zannediyor!
Dün baktım başka yazarlar da ortam dinlemelerinin “kamu yararı varsa”, medyada herhangi bir kısıtlamaya tabi olmadan yayımlanmasını savunuyorlar.
Kişisel görüşüm şu ki kişilik haklarımızın korunmasının sınırı “kamu yararı” varsayımından geçmez! Geçmemelidir.
Kişilik haklarımızın hangi koşullar altında sınırlanabileceğini Anayasa ve kanunların tanımladığı somut koşullar değil, böyle soyut bir “kamu yararı” kavramı çizerse, bunun sonu yoktur.
Bir hukuk devletinde bu hakkı kullanabilecek tek makam yargıdır ve onun da bunu yapabilmesinin koşulları bellidir.
Demokrasi ve özgürlük mücadelesi, bu sınırın genişletilmesi mücadelesinden başka bir şey değildir.
Şimdi ortaya atılan “kamu yararı” kavramı, bana “milli çıkarlar” kavramını hatırlatıyor. Hatırlayacaksınız, geçmişte böyleydi.
Herkesin kendine göre tanımladığı bir “milli çıkarlar” kavramı, özgürlüklerimizin üzerine şallar örtülmesi sonucunu verdi.
Benim kişisel düşüncem şu ki geçmişte “milli çıkarlar” kavramı ile kişilik haklarımızın çiğnenmesi ile bugün “kamu yararı” kavramı ile kişilik haklarımızın çiğnenmesi arasında bir fark yoktur.
İktidar gücünü eline geçirenlerin kendi kafalarına göre tanımladıkları kavramlar ile haklarımızı çiğnemelerine göz yumamayız.
Geçmişte de bununla mücadele ettik, şimdi de etmeliyiz!
Savunmamız gereken şey temel insan haklarının korunmasıdır. Demokrasi istiyorsak, yolu bundan geçer.
Ağzı bozuk bir başbakan
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, bir mitingde özlü bir atasözü söylemiş: “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri!”
Bunu söylerken önce dili sürçmüş ve medyanın bu dil sürçmesini kullanacağını söylemiş ama en azından benim için yanıldığını söylemeliyim.
Burada sorun dil sürçmesi değil, Başbakan’ın konuşma üslubu.
Dünya yüzünde argo ile bu kadar haşır neşir ve ağzı kolayca bozuluveren bir başka başbakan olduğunu da zannetmiyorum.
Erdoğan’ın başbakanlığının ilk günlerinde bunları ben de “dil sürçmesi” zannediyordum ama görüyorum ki bu “genel tutum” ile ilgili.
Gerçi “dil sürçmesi” dediğimiz şey de esasen bilinçaltımızın istemsiz şekilde dışavurumudur ama böyle psikolojik tahliller yapmamızı gerektirmeyen bir durum var karşımızda.
Sorun, Başbakan’ın bu tür konuşmayı marifet zannetmesinde.
Bu nedenle “bilinçaltının dışavurumundan” söz etmeye gerek yok. Çünkü belli ki bu durum Başbakan’ın hareketlerine, sözlerine yön veren asıl bilinci!
Yunanlı parlamentere “ne kadar sallarsan salla” derken de böyleydi, “hadi yallah, ananı da al git” derken de, şehitlerden “kelle” diye söz ederken de!
Sadece bu nedenle, Davos’ta sinirlenip oturumu terk etmesi hayırlı olmuş, çünkü eğer kendisine söz verilseymiş çok daha vahim şeyler söyleyebilirmiş diye düşünüyorum!
İşte buna hiç şaşırmadım
CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’in, belediye seçimleri için oluşturulan listelerdeki bir anlaşmazlık nedeniyle istifa ettiği ancak bunu kısa sürede geri aldığı haberi beni hiç şaşırtmadı.
Esasen, Tekin’in seçimlerden sonra Deniz Baykal tarafından pasifize edilerek kesin istifaya zorlanacağını da şimdiden söyleyebilirim.
Deniz Baykal ve yakın çevresi, parti içinde kendilerine tehdit oluşturabilecek popülaritede bir politikacıya çok fazla tahammül edemezler diye düşünüyorum. Zaten CHP Genel Merkezi’nde böyle bir “tehdit algısı” olmasaydı, CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu değil, Gürsel Tekin olurdu.
Çünkü Tekin’in kısa sürede İstanbul’da ne kadar popüler olabildiğini bizler gibi CHP genel merkez yöneticileri de gördü ve bu durum kafalarda alarm zillerinin çalmasına yol açtı. Hep söylüyorum yeri gelmişken tekrarlayayım: CHP’nin önündeki engel, Tayyip Erdoğan’ın oy potansiyeli ya da Türk halkının çoğunluğunun sağ eğilimli olması filan değildir.
Sorun, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dır. Deniz Baykal engeli kalkar da, CHP gerçekten sosyal demokrat bir parti olarak kitlelere açılırsa birçok şeyin değişeceğini de göreceğiz.
O zaman ne çarşaf açılımına gerek kalacak, ne de her mahalleye Kuran kursu açmaya! Açılımı gerçekleştirecek şey öncelikle Deniz Baykal’ın o koltuktan kalkmasıdır!