Müjdeler olsun! Savcı Bey sorunu çözdü
ERGENEKON soruşturmasının ilk gününden beri şikáyet ettiğimiz sorunun çözümlendiğini dünkü gazetelerin arka sayfalarına sıkışmış küçük bir haberden öğrendim.
Herkese müjdeler olsun, artık Ergenekon soruşturmasında “gizliliğin ihlali” sorunu yaşanmayacak!
Aylardır tartışıp, bir çözüme kavuşturamadığımız bu sorunun çözümü, ılık bir yaz akşamı gerçekleşti.
Bunaltıcı sıcak, denizden gelen hafif bir esinti ile dağılıyordu ki Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılarımızdan birisi mesaisini tamamladı ve ağır adımlarla otomobiline doğru yürümeye başladı. (Savcının adını biliyorum elbette. Ama yazmıyorum ki Terörle Mücadele Yasası’nın bilmem kaçıncı maddesine takılıp, mahkeme kapılarında sürünmeyeyim!)
Tam otomobiline binerken Savcı Bey’in gözü, Beşiktaş’taki Adliye’nin arka bahçesinde bekleyen kalabalığa takıldı. Evet, onlardı. Tam 15 gazeteci! “Adliye muhabiri” kılığına girmiş, “gizlilik ihlalcileri”!
O anda Savcı Bey’in ne hissettiğini tam olarak bilemiyorum tabii. “Evreka” diye sokağa fırlamadığını biliyoruz ama.
Gazeteden öğrendiğime göre, o “karanlık kalabalığı” görünce şöyle demiş: “Artık arka bahçede beklemeyeceksiniz. Soruşturmanın gizliliğini ihlal ediyorsunuz. Soruşturma için gizli tanıklar geliyor, ifadeye gelenler oluyor. Sizin yüzünüzden gelmeyenler oluyor. Bundan sonra arka bahçede beklemenizi yasaklıyorum!”
İşin şakası bir yana!
Bu soruşturmada gizliliği ihlal eden birileri varsa, onların Adliye’nin arka bahçesinde bekleyen bizim çocuklar olmadığını Savcı Bey de biliyor olmalı.
Çünkü gizliliği ihlál edenler Adliye’nin bahçesinde değil, tam da o binanın içindeler.
Kimisi hemen “yan odada” oturuyor, kimisi birkaç kilometre ötede Emniyet Müdürlüğü binasında!
Dedim ya, Savcı Bey, gizliliği kimlerin ihlal ettiğini benden daha iyi biliyordur, buna eminim. Ama ben yine de hatırlatmış olayım, onlar arka bahçedeki çocuklar değil!
Radikal’in ilkelerine ne oldu?
ŞİMDİ size aktaracağım yazı, Radikal Gazetesi’nde 15 gün önce yayımlandı.15 gün bekledim. Yazar ya da gazetenin yönetimi bir açıklama yaparlar belki diye.
Söyleyeceklerimi dinlemeden önce lütfen sabır gösterip, sonuna kadar okuyunuz. İşte Nur Çintay Aköz’ün Radikal’de yayımlanan yazısı:
“Geçen pazar günü öğleden sonra saatlerinde, arkadaşlarımızla kahvaltı etmiş, arabayla Boğaz’da ilerliyorduk. Kalender Orduevi’nin orada trafik, dakikalarca kımıldatmayacak biçimde kilitlendi.
“Ben de fırsat bu fırsat, dakikalarca (gibi gelen saniyelerce tabii aslında) Kalender Orduevi’nin bahçesindeki masalara oturmuş yemek yiyen insanları izledim. İfadelerini.
Çok tuhaftı.
“Bana mı öyle geldi bilmiyorum, tesadüf deyip geçilebilir mi onu da bilmiyorum, güneşli bir tatil gününde eş-dostla keyif yapmak için oturmuş Orduevi ’misafirlerinin’ hepsinin de yüzünde sert, snob, her an had bildirmeye, hizaya sokmaya hazır bir ifade vardı. Eğlenmiyorlardı, mutlu ya da huzurlu da görünmüyorlardı. Sanki vazife başındaydılar, hazıroldaydılar ve de şimdi geliyordu fırça: Sen, ağzını kapamadan esneyen, çek sağa!
“Orduevi sakinlerinin yüzlerine hákim olan o tarifi zor ifadeye, hiçbir çay bahçesi ya da balıkçı müşterisinde denk gelmedim. Ben mi böyle bir mana yüklüyorum acaba onlara, önyargı birikintilerinden süzüp diye düşünmedim değil, ama sanki o bir örnek maskelerden takmışlardı ve de kaş kavisleri, dudak çizgileri, memnuniyetsizliklerinden başka bir de hep o üstten, ayrıcalıklı, kıymeti, kudreti, kerameti kendinden menkul hali vurguluyordu. Birbirleriyle itişe kakışa, hemen diplerinden denize atlayan gençlerden de, kaldırımda sevgilisiyle el ele yürüyen pardösülü kızdan da tiksiniyorlardı herhalde. Olsa bir sopa ellerinde, hepsini nasıl da hizaya sokarlardı.
“O ifadeler öylesine değil. Masum değil. Orduevi ’misafirleri’ yani ordunun o aman da pek ayrıcalıklı evlerinde eğlenmeye/sıkılmaya hasbelkader aksesi, akrabası bulunanlar bile yukarıda görüyor kendini bizden ha? Vay be!
“O ifadeler aslında pek çok şeyi anlatıyor. Taraf’ta yayımlanan son korkunç programları bile.”
Radikal’in yayımladığı yazı işte böyle!
Antimilitarist olmak için yola çıkmış ama soluğu hiç tanımadığı insanlara kişisel hakarete vardırmakta almış bir yazı.
Aynı gazetede Mine Kırıkkanat’ın, aynı sahil ile ilgili izlenimlerini yazdığında ortalığı ayağa kaldıran, liberal, solcu, sağcı yazarların, aydınların dikkatine sunuyorum.
İki yazı arasında ne fark var? Biri “ırkçılık” ise, diğeri “bir meslek grubunu, yakınları ile birlikte aşağılama” değil mi?
Bir orduevi bahçesinde oturan insanları böylesine aşağılayarak tarif etmek, gazetecilik mesleğinin neresine sığıyor?
Radikal’in ilkelerine ne oldu? Doğan Yayın Grubu’nun ilkelerine ne oldu?