Ne ölümden korkmak ayıp
ESKİDEN olsa Hrant Dink’in cenazesindeki kalabalığa bakıp Che Guevara’nın bir sözünü hatırlardım: “Ölüm nereden gelirse gelsin, hoş geldi, safa geldi.”
Ama şimdi bu yaşımda ölümün hiçbir türlüsünün “hoş gelmeyeceğini” biliyorum.
İnandığım bir dava uğruna ölmekten elbette korkmuyorum ama “sonsuz yok oluşu” düşünmeden de edemiyorum.
Názım Hikmet’in dizeleri daha yakın geliyor artık bana: “Ne ölümden korkmak ayıp / ne de düşünmek ölümü.”
Evet, Hrant Dink boşuna ölmedi, arkasından yürüyen kalabalıklar, açılan pankartlar bunu anlatıyordu bize ama bunun bir insanın ölümünü kabul edilebilir kılmasına da itirazım var.
Belki de ölümü bu kadar yüceltiyor olmamızdan kaynaklanıyor yaşadıklarımız.
Bir dava uğruna ölümü yüceltmek, ikiz kardeşini, bir dava uğruna öldürmeyi de besliyor sanki.
Dün Hrant Dink’in cenazesindeki kalabalıkları gösteren fotoğraflara bir kez daha dikkatle baktım.
Gazeteler “her görüşten ve her kesimden vatandaşların” cenaze törenine katıldıklarını yazıyordu ama bir tane bile türbanlı kadın göremedim o kalabalıklar içinde. “Belki varlardı ama kalabalıklar içinde seçilemiyorlardı” diye düşünmek istedim.
Hrant Dink bu ülkenin vatandaşı olarak kalmakta yaşamı pahasına ısrarlı bir kişiydi.
O kalabalıklar içinde bir tane bile Türk bayrağı da görmedim.
“Hepimiz Ermeni’yiz, hepimiz Hrant Dink’iz” pankartları, bayraklarla birlikte daha anlamlı olmaz mıydı?
“Kelaynaklar korunuyor, güvercinler vuruluyor” pankartı ise yaşamım boyunca gördüğüm en anlamsız pankart olarak hafızama kaydoldu.
Kelaynaklar da en az bizler kadar bu vatanın sahipleri değiller miydi?
Çok değerli bir insanı daha yitirdik
İSMAİL Cem, gazetecilik yaşamımda dostluk kurabildiğim ender siyasetçilerden birisiydi.
Gazetecilik aslına bakarsanız insanı yalnızlaştıran bir meslektir.
Yazdığım yazılar ve yönettiğim gazetelerde yayımladığım haberler nedeniyle bugüne kadar kaç kişinin benle selamı sabahı kestiğini hatırlayamıyorum artık.
Bunun tek istisnası İsmail Cem idi.
Aynı şeyleri düşündüğümüz de oldu, hakkında çok sert eleştiriler yazdığım, hoşlanmadığı haberleri yayımladığım da!
Bir tek gün nezaketinden bir şey kaybetmedi, tebessümü eksik olmadı, birçoklarının yaptığı gibi karşılaştığımızda sırtını dönüp yürümedi.
Siyaseti “kişisel bir mesele” olarak görmüyor olmasından kaynaklanıyordu bu tutumu.
Siyaset, varlığınızı borçlu olduğunuz kişisel bir sorun değilse, yapılan eleştirileri de, övgüleri de aynı tevazu ile karşılayabilirsiniz çünkü.
Ölümünü anlatan televizyon haberlerini izlerken üzüntümün nedenlerinden birisi tanıdığım bir insanı kaybetmekse, diğeri de zaten sayıları az olan bir türden siyasetçinin kaybedilmiş olmasıydı.
Türk halkı çok değerli bir evladını kaybetti. Hepimizin başı sağ olsun, Allah rahmet eylesin.
Başbakan’ın defosu!
GEÇEN gün bazı eğitimcileri bünyesinde toplayan bir sendikanın şube başkanının yaptıklarına bakıp, “Tanrı çocuklarımızı bu eğitmenlerden korusun” demiştim.
Öyle görünüyor ki sorun sadece bazı eğitimcilerde değil, en tepede!
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in işitme ve konuşma bozukluklarının tedavisi için açılan bir eğitim merkezinde yaptığı konuşmadan bir bölüm okuyalım:
“Dünya Sağlık Örgütü, tansiyon hastalarını, şeker hastalarını, kazayla altıncı parmağı olanları da özürlü kabul ediyor. Bir anlamda defoluları özürlü kabul ediyor.”
Tamamen insanlara özgü bazı hastalıkları “defo” olarak tanımlamak, Milli Eğitim’in başındaki bir kişiye yakışıyor mu?
Bildiğimiz kadarıyla Başbakan da bir “hipoglisemi krizi” geçirmişti. Bakan Bey’in “şeker hastalığı” dediği, “diyabet”in bir türü bu!
“Bu durumda Başbakan da defolu mu oluyor” diye merak ettim.