Özkök silinmeyecek bir iz bıraktı!
ERTUĞRUL Özkök’ü, Yankı Dergisi’nde tanıdığımda sene 1975 ya da 1976 olmalı.
Yollarımız kâh kesişerek, kâh ayrılarak bugüne kadar geldik ama bu süre içinde değişmeyen tek şey arkadaşlığımız oldu.
Özkök, Hürriyet’i karışık bir dönemde devraldı. Sabah’ın yenilikçi rekabetiyle baş etmekte zorlanan bir gazeteydi. Çok satan bir kitle gazetesinin, zaman içinde ne dediği, hangi haberi nasıl verdiği merak edilen, zaman zaman Türkiye’nin gündemini tek başına elinde tutan bir gazete haline dönüşmesi onun yönetimi altında gerçekleşti.
Bu dönüşüm sürecinin başlarında Genel Yayın Müdürü Yardımcısı olarak benim de küçük katkım olduğu için mutlu olduğumu da söylemeliyim.
Hatta bir günlüğüne onun yerine Hürriyet Genel Yayın Müdürlüğü’ne de getirilmişliğim de var! O eğlenceli öyküyü ikimiz anılarımızı yazma yaşımıza geldiğimizde iki farklı cepheden anlatacağız sanırım.
Bundan şimdi söz etmemin nedeni Hürriyet gibi bir gazeteyi yönetmenin ne kadar kaygan bir zeminde hareket etmek anlamına geldiğini vurgulamak içindir.
Bu nedenle 20 yıl bu gazeteyi yönetebilme başarısı Özkök’ün gazetecilik olduğu kadar yöneticilik başarısıdır da!
Bir gazete, kaçınılmaz olarak genel yayın müdürünün kişiliğini yansıtır.
Onun hırsları, mesleki yetenekleri, kültürel birikimi, zevkleri, endişeleri o yayına damgasını vurur.
Hürriyet de bunun tipik bir örneği oldu. Özkök, ince zevkleri, heyecanları ve meraklarıyla bu gazetenin kişiliğini yarattı.
Birçok kişi Özkök’ün 12 Eylül döneminde, Bülent Ecevit’in Arayış Dergisi’nin en önemli isimlerinden biri olduğunu hatırlamaz. Benim için önemli bir ayrıntıdır. Herkesin askeri rejim baskısı altında bir yerlere saklanmaya çalıştığı bir dönemde, Ecevit sadece bu nedenle hapse atılmışken orada durmak, gerektiğinde başyazıları da yazmak büyük bir cesaret gerektiriyordu. Bu cesaretin altının çizilmediği bir Özkök portresi eksik sayılmalıdır.
Hürriyet gibi “büyük” gazeteleri yönetenler dünyanın her yerinde mercek altında olurlar. Toplumun bir kesimi sadece bu nedenle o kişilerden hoşlanmazlar, eleştirmek için fırsat kollarlar.
Öte yandan biz gazetecilerin egoları da şişik olur. Hepimiz kendimizi dünyanın merkezi sanmak gibi yanılsamalar içine düşeriz. Mesleğe yeni girmiş bir muhabirin bile genel yayın müdürünün yaptığı gazeteyi beğenmemeye eğilimli olduğu bir dünyada yaşarız. Deyim yerindeyse “beş benzemez” ile oynanan bir oyun gibidir ve elleri karıştırmadan bu topluluğu idare etmek insanı yorar, gerer, yıpratır.
Elbette hatalar da yapmıştır. Rahmetli Behice Boran’ın deyimiyle söyleyeyim: “Bir tek ölüler hata yapmaz, çünkü onlar hiçbir şey yapmazlar!”
Özkök, hem Türk basın tarihinde hem de Hürriyet’in özel tarihinde önemli bir yer işgal etti. Onunla ilgili en doğru değerlendirme elbette tarihsel gelişim içinde yapılacak.
Yeni Genel Yayın Müdürümüz Enis Berberoğlu’nu da yıllardır tanırım. Bu işi layıkıyla yapacak mesleki birikim ve donanıma sahip.
Başarılı olması, sadece biz Hürriyet çalışanları için değil, özgür Türk basınının geleceği için de önemli.
Cumhuriyet’in Hasan Cemal’den önceki genel yayın müdürü rahmetli Oktay Kurtböke, Antonius’un, Sezar’ın mezarı başında söylediği tiradı sık sık tekrarlardı: “Ben buraya Sezar’ı övmeye değil, gömmeye geldim!”
Her yeni genel yayın müdürü de eskisinin önüne geçmek ister, bunun için çalışır. Ertuğrul Özkök bunu başarmış bir insan olarak gazetecilik mesleğine damgasını vurmuş bir isim oldu.
Dilerim Berberoğlu, Hürriyet’i aldığı yerden daha ileriye taşısın, 20 yıl sonra onun arkasından da iyi şeyler hatırlansın!
Her yılbaşında aynı şiiri hatırlıyorum
BU şiiri daha önceki yılbaşı yazılarımdan birinde yazmıştım, hafızası güçlü okuyucular hatırlayacaklardır.
Yazar Charles Bukowski ile içki ve sohbet dolu bir gecenin ardından şair Raymond Carver yazmış: “Ve Bukowski derim, sen şanslı bir adamsın / Bukowski bu belaların hepsini atlattın / Ve sen şanslı bir adamsın / Ve mavi duman yayılır masamın üstüne / Ve pencereden dışarı Delengpre Caddesi’ne bakarım / Ve derin nefes alır ve yazmaya başlarım / Bukowski işte yaşam budur derim kendi kendime.”
Her yıl sonunda kendi kendime muhasebe yapmayı öğrendiğimde sanırım yatılı okulun ilk senesindeydim. Her yıl tembelliği bırakacağıma, daha çok ders çalışacağıma söz verirdim, ama tutamazdım.Ders kitaplarının yerine kendimi Nobel ödüllü yazarların romanlarına ve şiirlerine adamıştım, ders kitaplarının soğuk yüzlerini görmek bile istemezdim.
Şimdi artık böyle bir muhasebe yapmanın faydasız olduğunu öğrendiğim bir yaşa geldim.
Hayatın bir boş sayfaya büyük bir “T” çizip, sol tarafa aktifleri, sağ tarafa pasifleri yazmaktan ibaret olmadığını biliyorum.
Ayrıca yazsam da zaten bir faydası olmuyor.
Geçtiğimiz yılbaşında bir grup arkadaşla “2009 bitmeden mutlaka yapılacaklar listesi” hazırlamıştık. Dün sabah listeye göz attım, bir tanesini bile yapamadan 365 gün geçip gidivermiş.
Öte yandan geriye dönüp bakıyorum, bunları yapamadığım için pişman filan da değilim.
Şahane bir yıl geçirmişim, arkadaşlarımla gezmiş tozmuşum, dilimde hâlâ Abba’nın “I can still recall our last summer” şarkısı var.
Kendimce önemli kararlar almışım, sonra o kararlardan vazgeçmişim, sonra yeniden aynı kararları almışım. Yani “muhasebe” defterimi karman çorman hale getirmişim.
Ama dönüp baktığımda kendimi huzurlu ve mutlu hissedebiliyorum.
Kucağıma aldığımda 3,5 kilo çeken bir kız çocuğunun, büyüyüp benimle Karl Marx üzerine tartıştığını görmüşüm. Bana akıllar verdiğine ve genellikle de doğru şeyler söylediğine tanık olmuşum.
O yüzden yazının başındaki şiiri kendime uydurup, tekrarlayıp duruyorum: “Ve Mehmet derim, sen şanslı bir adamsın!”
Yeni yılda sizlere de şans, aşk, mutluluk ve sağlık diliyorum.