Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Örgüt bulamadık sahtecilik verelim!

BİR yılan hikâyesine dönüşen Deniz Feneri soruşturmasında yeni bir aşamaya geldik ve yıllardır merakla beklediğimiz iddianame yazıldı.

Vatana, millete hayırlı olsun. Böylece her pazartesi sormayı görev bildiğim sorulardan biri eksilmiş oluyor ki bu benim için dert sayılmaz, memleket soru kaynıyor!
Şimdi bu yazıya başlarken şunu tekrar hatırlatmak istiyorum: Ortada sadece yazılmış bir iddianame var, savcı iddiasını ispat ile yükümlü, sanıkların kendilerini savunma hakları var. Mahkeme bir karar oluşturuncaya kadar sanıkları peşinen suçlu ilan etmek, evrensel hukuk ile uyuşmaz, herkesin o ana kadar masum olduğunu varsaymalıyız.
Bu soruşturma 2008 yılından beri sürüyor. Belki de Türkiye hukuk tarihinin en uzun soruşturmalarından biridir, bilemiyorum. Soruşturmanın başlaması ile sanıkların tutuklanmaları arasında da 1031 gün geçti.
Sonra soruşturmayı yürüten savcılar görevden alındılar, yeni savcılar yaklaşık üç aylık bir süre içinde bütün bu delilleri inceleyip, dosyaya hâkim oldular, bu arada “örgüt” ve “nitelikli dolandırıcılık” suçu olmadığına da karar vererek, iddianamelerini yazdılar.
Şimdi sanıklar için 3 yıl 9 ay ile 14 yıl 6 aya kadar hapis cezası isteniyor. Sanıkların sevmedikleri eski savcılar da 3 yıl ile 11 yıl arasında hapis cezası ile yargılanacaklar!
Adalet diye işte buna derim!
Almanya’da Deniz Feneri soygununu yargılayan mahkeme suçun asıl faillerinin Türkiye’de olduğuna işaret ederek, suçu “asrın dolandırıcılığı soygunu” olarak nitelemişti. Bizim savcılarımız böyle bir suç tespit etmemişler, “özel belgede sahtecilik ve güveni kötüye kullanmaktan” ceza istiyorlar.
Saçını kesen üniversite öğrencisinden bile “gizli örgüt” çıkartabilen Türk adalet sisteminin, bu işte bir örgüt bulamamış olması da altı çizilmesi gereken bir gelişme. İlerisi için umutlanmalı mıyız, bilemiyorum.
Savcı değişikliğinden sonra suçun nitelik değiştirmesine bakıp da “kafasına göre bir imam bulup Ramazan’ı rahat geçiren Temel fıkrası” üzerinden şaka üretmek  de doğru değil. “Bulduk kafamıza göre bir savcı” yakıştırmasına önce ben karşı çıkarım. Anayasa Mahkemesi Başkanı bile söyledi, kimse yargıyı kuşatamaz, o bildiğini okur!

Brunei Sultanı’nın hediye alışkanlıkları

BRUNEİ Sultanı, kendisi dünyanın en zengin insanlarından biridir, içi altın kaplama uçağını kendisi kullanarak Türkiye’yi ziyaret etti, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüştü.
O günden beri Suudi Kralı’nın hediyeleri konusunu merak eden okuyucular sürekli soruyorlar: “Brunei Sultanı, devlet büyüklerimize ne hediye etti” diye!
Okuyucuların merakını gidermek için internette ABD’nin devlet sitesinde araştırma yaptım ve “Brunei Sultanı’nın hediye verme alışkanlıkları” hakkında bir fikir edinmeye çalıştım. Hemen söyleyeyim ki Suudi Kralı kadar bonkör değil. Şöyle hediyeler tespit ettim:
ABD Savunma Bakanı Powell’a 16 bin dolar değerinde kol saati armağan etmiş. ABD Başkanı’na 2 bin 838 dolar değerinde dolma kalem, 4 bin 750 dolar değerinde, üzeri taşlarla süslü bir Faberge yumurtası ve 3 bin 500 dolar değerinde gümüş çaydanlık vermiş.
Kibar bir insan olduğu için ziyaret ettiği Powell’ın eşine de hediye getirmiş: Bin dolar değerinde bir saat, 3 bin 850 dolar değerinde altın bir broş ve 400 dolar değerinde bir porselen vazo bunlar arasında.
Bunları kolayca öğrendim, çünkü hepsi beyan edilmiş, internet sitesine konulmuş, Başkan’a verilenler müzeye, diğer yetkililere verilenler ise devlet hazinesine aktarılmış. Listedeki her hediyenin yanında “hediyenin reddi mahcubiyete neden olacağı için kabul edildi” diye bir ibare de var.
Bizde de yabancı devlet yöneticilerinin verdikleri hediyelerin beyan edilmesi ve 15 gün içinde hazineye devredilmesi gerekiyor tabii. Ama açıklama zorunluluğu bulunmuyor. Bence “etik” açıdan açıklansa iyi olur, dedikoduya yer kalmaz.
“Cumhurbaşkanı’na twitterden soru yarışmasına” bu sorular ile girmenizi de önermiyorum, finale kalamazsınız, haberiniz olsun.

Son derece gereksiz bir polemik

İSKOÇYA ’ya gittiğimde İskoçların yerel giysisi “kilt” giydim, fotoğraflarımızı Ertuğrul Özkök ve Güneri Cıvaoğlu yayımladı.
Yabancı ülkelere gittiğimde yerel giysileri denemekte bir sakınca görmem. Milyonlarca insanın kendi ulusal kültürlerinin bir parçası olarak giydikleri bir giysiden neden rahatsızlık duyayım ki?
Bu nedenle Fas’ta cellaba da giydiğim oldu, Hint yarım adasında şalvar kamiz de. Körfez ülkelerinde Arap gibi, Orta Asya’da Kırgız gibi dolaştım, hiç de rahatsız olmadım.
İskoçya’da kilt giyip fotoğraf çektirirken, akılları fikirleri bacaklarının arasına yoğunlaşmış ve yandaş medyada kendisine bir yer edinmiş bazı tiplerin bu konuya takılacaklarını da biliyordum. Nitekim öyle de oldu.
Kiltli fotoğraflarımızı görünce akıllarına sadece bacaklarımıza bakmak gelmiş, iki üç gündür bununla meşguller.
Bu tiplerin çevrelerindeki kadınların neden her yerlerini kapatarak, sıkı sıkıya örtünmeleri gerektiğini böylece bir kez daha anlamış oldum. Çünkü belli ki akılları başka hiçbir şeye çalışmıyor.
Erkek olanların böyle yazmalarına şaşırmadım ama elde ettiği fotoğrafı yayımlarken aynı espriyi yapmaya çalışan bir kadın yazarı ise hiç anlayamadım. Böyle bir fotoğrafa bakıp da “eteklik” ve “bacak güzelliği”nden başka bir şeyin aklına gelmemiş olması tuhaf! Belli ki “maço kültürün” etkisinden uzak kalmayı başaramamış, yazık.
Merak ettim, Körfez’deyken cellabiye giyerek çektirdiğim fotoğrafımı görselerdi, “Aaa Mehmet’e bak, entari giymiş” mi diyeceklerdi?
Haberleri olsun, benzemeye çalıştıkları Arap erkeklerin tümü Mekke’de bile öyle dolaşıyor, altına da parmak arası terlik giyerek!