Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Patrikhane politikası değişiyor mu?

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis ile konuşurken Fener Rum Patrikhanesi’nin ekümenikliği konusunun “Hıristiyan Ortodoks dünyasının iç sorunu” olduğunu söyledi.

Başbakan’ın ağzına ve aklına geldiği gibi konuşup, sonradan da “amacımı aştım, yanlış anlaşıldım” dediğine çok tanık olduğum için birkaç gün beklemeyi uygun gördüm.

Ama baktım devamında bir açıklama gelmedi, şimdi kafama takılan bir soruyu sorabilirim.

Patrikhane’nin “ekümenik” olması konusu, elbette öncelikle Hıristiyan Ortodoksların bir iç sorunu.

Nitekim Rusya ve Ukrayna kiliselerinin, Fener’in “ekümenikliğini” tanımadıkları da bir sır değil.

Aralarındaki ideolojik ve teolojik ayrılıkların detaylarını bilmiyorum, beni de ilgilendirmiyor zaten.

Öte yandan Patrikhane’nin ekümenik olma durumunun siyasi bir boyutu da var.

Ekümeniklik kavramı, “Hıristiyan şeriatının egemen olduğu coğrafi alan” için de geçerli.

Buradan yola çıkan Patrikhane’nin, Vatikan gibi bir bağımsız alan talebi olacağını düşünenler de var.

Günümüz dünyasında bunun gerçekçi bir talep ve endişe olmadığını düşünüyorum.

Ancak Lozan Antlaşması, Patrikhane’nin ve Patrik’in statüsünü de belirliyor. Ve bu “ekümeniklik” kavramı ile bağdaşmayan bir statü.

Sormak istediğim soru da bununla ilgili: Başbakan’ın bu sözleri, Türkiye’nin bu konudaki politikasının değiştiğinin ya da değişmekte olduğunun bir işareti mi?

Yani Hıristiyan Ortodoks dünyası bu konuda bir fikir birliğine varırsa, Türkiye bunu mu kabul edecek?

Eğer öyleyse, böyle önemli bir değişiklik, ayaküstü bir konuşmayla mı açıklanmalı?

Değilse, Başbakan’ın kulaklarının, ağzından çıkan sözleri duyması gerekmiyor mu?

Toplumsal iklim buna uygun

ERGENEKON Operasyonu’nun basında yayımlanan sonuçlarıyla ilgili en anlamlı bulgu, benim açımdan şu:

Adını bir Türk efsanesinden alan, Türk milliyetçisi bir gizli örgüt, Türkçe’nin tek Nobelli yazarını öldürmek istiyor!

Bir “çelişki” gibi görünüyor ama aslına bakarsanız, bu tür örgütlenmelerin tabiatına da çok uygun.

Türkiye’yi ne kadar sevdikleri, yaptıkları planlardan, ölüm listelerinden kolayca anlaşılıyor.

Şimdi herkesin merakı, bu işin sonuna kadar gidilip gidilmeyeceği!

Devlet içindeki birtakım oluşumların, bundan önceki örneklerde olduğu gibi bu çeteyi de koruyucu kanatları altına alıp alamayacağı.

Bu konuda o kadar ümitli olmamak gerektiğini düşünüyorum.

Birkaç gündür değişik internet sitelerinde ve e-posta zincirlerinde yazılan yazıları takip ediyorum.

Ergenekon Çetesi’ni savunan, yapmak istediklerinin doğru bir iş olduğunu iddia eden o kadar çok insan var ki.

Böyle bir toplumsal iklimde “derin devlete” filan hiç gerek yok.

Günün birinde yasadışılıkları “bizdendir” diye savunmamayı da öğrenirsek, sokak ortalarında aydınların öldürülmeyeceği bir ülke de olacağız.

Dilerim ki çok beklememiz gerekmesin!

Sevgim, benim ağırlık merkezimdir!

GEÇEN cumartesi günü bu köşede şöyle bir cümle yazmıştım: “Başkaldırının en radikal biçimine geçip áşık olabiliriz!”

Bu görüşüme itiraz eden birçok e-posta aldım. Okuyucularımdan biri de “her şeye bir solculuk bulaştırmanız mı gerekiyor” diye soruyordu.

Cümlenin yeteri kadar açık olmadığının farkındayım. Biraz açmakta yarar var demek ki.

Aşk dediğimiz duygu, esasen insanın kendi dışına çıkmasıdır. Kendi benliğini terk edip bir başkasının içinde erimek isteğidir.

Gereken şudur: Canlı bir birliktelik! “Derin bir bağlılık ve içtenlik” diye anlatıyor Ortega Y. Gasset.

Bunun için uyur ile uyanıklık arasında bir ruh durumunda olmak gerekir. Gerçek dünyadan uzak olmak ama aynı zamanda o gerçekliğin içinde bir başkasına doğru akmak da diyebiliriz buna.

Bunu başarabildiğiniz zaman etrafınızdaki gerçek dünyanın da eriyip yok olduğunu fark edersiniz.

Bildiğiniz her türlü kavram anlamını kaybeder. Güzellik-çirkinlik, iyilik-kötülük gibi kavramlardan söz ediyorum. Artık karşınızdakinin güzel ya da çirkin olması, iyi insan ya da kötü insan olması gibi ayrımlar gözünüzde yok olur.

Bir başkası için ve onun içinde yok olur kişiliğiniz. Onu içinizde taşır, ona doğru akarsınız.

İnsanın kendini yadsıması ise hiç kuşkusuz kurulu düzene ve bize öğretilenlere karşı girişilebilecek en radikal isyandır!

İçinde bulunulan durumu reddetme sonucunu doğurur. Sosyal statünüzü, sizi tanımlayan değişik kavramları umursamadığınız hatta reddettiğiniz bir durumdur.

Aziz Augustine ile düşünsel olarak hiçbir ortak noktam yok ama şu sözünü okuduğum günden beri unutmuyorum: “Amor meus, pondus meum; illo feror, quocumque feror!”

Latince’nin kendine özgü şiirselliği içinde şöyle diyor: “Sevgim, benim ağırlık merkezimdir; o nereye giderse, ben oraya giderim!”

Bundan daha radikal bir isyan olabilir mi?