Polis devletine koşar adım mı?
YOLDA telefonla konuşarak yürürken kendisine kimlik soran polise “Bir dakika” dediği için karakolda “kıyafetlerinden arındırılarak aranan” tiyatro sanatçısı ve eğitmeni kadının başına gelenler, bu ülkede hepimizin başına gelebilir.
Çünkü Türkiye’de polisin böyle bir yetkisi var!
Elbette sizden bunu isteyen ve polis olduğunu iddia eden kişiden kimlik sorma hakkınız var. Rusçada sevdiğim bir deyiş var onunla söyleyeyim: Mojna, yesli astarojna! Yani, mümkün, cesaretin varsa!
Kanunları yapanlar, polisin bu yetkisinin yerli yersiz kullanılmasının yaratacağı sakıncaları da düşünmüş.
Bu yetkiyi kullanmanın önşartı “makul bir nedenin varlığı”.
Taksim Meydanı’nda öğlen saat 2’de, kendi halinde yolda yürürken telefonla konuşmakta olan bir kadını durdurmak için nasıl bir makul sebep vardı, merak ettim.
Kanun ayrıca şöyle de diyor: “Süreklilik arz edecek, fiilî durum ve keyfilik oluşturacak şekilde durdurma işlemi yapılamaz”.
“Makul bir kuşkuya ulaşmış polis”, vatandaşları durdurup kimlik sorma yetkisini kullanırken bazı gerekçelere sahip olmalı. Onları da kanun yazmış zaten.
“Bir suç ve kabahatin işlenmesini önlemek, suç işledikten sonra kaçan faillerin yakalanmasını sağlamak, suç ve kabahatlerin faillerinin kimliğini tespit etmek, hakkında yakalama kararı verilen kişileri tespit etmek, kişinin hayatı, vücut bütünlüğü veya mal varlığı bakımından ya da topluma yönelik olası bir tehlikeyi önlemek!”
Yine aynı şeyi merak ettim. Öğlen vakti, sokakta telefonla konuşarak yürümekte olan kendi halinde bir kadının durumu bunların hangisine uyuyordu?
Polisin kanunda çizilen çerçeveye bu olayda uyduğunu varsaymamız için, kimlik sorduğu kadını aranan bir suçluya benzetmiş olmasından başka bir seçenek aklıma gelmiyor.
Bunun da kim olduğunu ve bu benzetmeyi yapan polisin görsel hafıza ve algılama düzeyini de elbette değerlendirmek gerekiyor!
Polis hiç kuşkusuz ki toplumsal düzenin ve huzurun korunmasında önemli bir görev yerine getiriyor. İşini kolaylaştırmak vatandaşların sorumluluğu olmalı. Ama aynı şekilde vatandaşların huzurunu kaçıracak, otokratik bir ülkede yaşadığımız algısını yaratacak davranışlardan kaçınmak da polisin sorumluluğudur.
Unutmayalım: “Polisin aşırı güç kullanımı” dediğimiz şey sadece toplumsal gösterilerde kafalara inen coplarla gerçekleşmiyor.
Polisin yetkilerini kullanırken aşırıya kaçması da aynı şekilde şiddettir ve “efrada kötü muamele” olarak nitelenmelidir.
Elbette Türkiye, hâlâ vatandaşların temel haklara sahip olduğu bir hukuk devletiyse!
Bu gerekçeye inanmam çok zor
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün yüksek yargı organlarının yapısını değiştiren kanunu yeniden görüşülmek üzere TBMM’ye göndereceğini beklemek, zaten boş bir hayaldi.
Cumhurbaşkanı bugüne kadar üzerinde böyle tartışmalar olan kanunları veto etmemişti, bu kez de etmedi. Bir sürpriz yok yani!
Bu da normal bir durum! Cumhurbaşkanı, kanunları öyle çıkaran siyasi parti ile aynı ideolojik kökenden geliyor ve iktidar partisiyle benzer şekilde düşünmesinde bir gariplik görülmemeli.
Ama Cumhurbaşkanı’nın kanunu onayladıktan sonra açıklamaya çalıştığı gerekçeler de doğrusunu isterseniz bana biraz çocuk kandırmak gibi geldi.
Cumhurbaşkanımız Yargıtay’da bekleyen dosyalar nedeniyle kanunu hemen onayladığını söylüyor.
Demek ki danışmanları kendisini tam olarak bilgilendirmemiş.
O davalarda yargılananlar, dosyaları Yargıtay’da biriktiği için mi sonunda serbest kalıyorlar, normal mahkemelerdeki davaları senelerce sürdüğü için mi?
Zanlılar, tutukluluk süresinin ne kadarını asıl mahkemelerinde yargılanarak geçiriyorlar, ne kadarını davaları Yargıtay’a gittiğinde?
Bakın başı kesilerek öldürülen genç kızın davasında bile hâlâ bir sonuç yok. Hrant Dink’i öldürenler belli, emir verenler belli, o davada da hâlâ sonuç yok.
Hepimiz biliyoruz ki normal mahkemelerin iş yükü ağır, dosyalar önlerine eksik geliyor, yargılamanın neresinden baksanız 1-2 yılı bu eksikliklerin tamamlanmasıyla geçiyor.
Bu sorunu çözecek adım atmadan, kafayı yüksek yargıya takmak bir tek şeye işaret ediyor: Bütün yetkileri tek elde toplama hevesi!
Adil yargılanma hakkı
BALYOZ Davası’nı önemsiyorum. Eğer böyle bir suç işlendiyse bunun açığa çıkarılması ve sorumlularının cezalandırılması gerektiğine inanıyorum, destekliyorum.
Ancak “adil yargılanma hakkının” bizim gibi ülkelerde kolayca görmezden gelindiği gerçeğini de ihmal etmiyorum.
Bu davada da aynı şeyden kuşkuluyum.
Davanın önemli dayanağı olan 11 numaralı CD’deki tuhaflıkları savcılığın ya da mahkemenin değerlendirmemiş olmasını anlayamıyorum.
Savcıların görevi arasında sanıkların aleyhine olan delilleri toplamak kadar, lehine olan delilleri de toplamak var.
Ve CD’deki bu tuhaflıklar lehte delil sayılmalıydı.
Mahkeme, gazetelerde bile yazılıp çizilen bu uyumsuzlukları görmeli ve iddialar ile ilgili olarak bir kuşku duymalıydı.
Şunu unutmayalım: Adil yargılanma hakkını çiğneyecek tutumlar ve kararlar, ortada gerçek bir suç varsa bile suçluların cezasız kalmalarına yol açıyor.