Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Sevilmek istiyorsan sev

GEÇTİĞİMİZ yüzyılın (o kadar da geçtik sayılmaz aslında, topu topu 17 yıl oldu) ilk yarısında modern topluma hâkim olan anlayış, anne–baba ve çocuklar arasındaki ilişkinin esasen maddi olduğuydu.

Çocuk korunmak istiyordu, yemek, barınmak ve büyümek için ebeveynlerine muhtaçtı.
Onun için çocuğun kendisini güvende hissetmesini sağlayacak kadar ilişki, sağlıklı bir çocuk büyütmenin sırrı olarak görülüyordu.
Ağlayan bir bebeği susturmak için kucağa almak, öpüp okşamak, sallamak doğru bir tutum olarak görülmüyordu.
Çocuk, zamanında beslenmeliydi. Acıktığı için ağlayan bir bebeğin ağzına memeyi dayamak yanlıştı.
Eğer çocuğunuzu bebekliğinden itibaren böyle bir disiplinle büyütürseniz, herhangi bir sorunla karşılaşmayacağınız çocuk bakım kitaplarının en temel öğütlerindendi.
Onun için bebekler uzun yıllar boyunca çığlık çığlığa ağlamak zorunda kaldılar.
Disiplinli bir çocuk yetiştirmek temel hedefti. Çocuğu şımartmamak gerekiyordu.
Bugün bile birçok genç ebeveyn için bu hâlâ geçerli bir durum.
Büyükanne ve büyükbabaların çocukları şımarttıkları, aile içi eğitim düzenini bozdukları gibi fikirler, hâlâ birçok evde önemli tartışma konusu olabiliyor.
Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, çocukların duygusal ihtiyaçları olduğu fikri de kabul görmeye başladı.
Psikolog Harry Harlow, basit ama söz konusu olan maymun yavruları için acı verici olduğunu kolayca tahmin edebileceğimiz bir deney ile bebeklerin duygusal ihtiyaçları olduğunu ortaya koydu.

Harlow, maymun yavrularını, doğumdan kısa bir süre sonra annelerinden koparıp özel kafeslere aldı.
Kafeste iki “anne” modeli vardı. Birisi memelerinin yerine yerleştirilmiş süt dolu biberonlara sahip olan ve metalden yapılmış bir anne maketiydi.
Diğeri ise yumuşak şekilde doldurulmuş bir anne maketiydi ama memelerinin yerinde bulunan biberonların içinde süt yoktu.
Ve bebek maymunlar her seferinde, memeleri boş olan yumuşak anne maketine sarılıyorlardı.
Aç kalıyorlar ama gidip metal anneye sarılarak süt emmeyi reddediyorlardı.
Memeli hayvanların, sadece yemekle yaşamadıklarını, duygusal ihtiyaçları olduğunu da ortaya koyan bir deneydi bu. (Yuval Noah Harari, Homo Deus – Yarının kısa Bir Tarihi, Çeviren: Poyzan Nur Taneli.)
Çocukken bir battaniyeye ya da bir yastığa delicesine bağlı olan çok insan var.
Dünya yüzünde en çok satılan oyuncakların, içi yumuşak suni ya da doğal elyaf ile doldurulmuş bez bebekler ve hayvanlar olmasına bunun için çok şaşırmamak gerek.

Freud’un en parlak öğrencilerinden biri olarak kabul edilen psikolog Theodor Reik’in hastalarından biri olan kız çocuğu, bir yaramazlık yaptığı zaman annesinin mutlaka onu cezalandırmasını istiyormuş.
Reik, “Çocuğun kaygısının çekirdeği yalnız bırakılma korkusuydu. Çünkü cezalandırıldığı zaman, annesinin daha sonra onu yeniden seveceğini düşünüyordu” diye anlatıyor.
Elbette bu duygusal gereksinim sadece bebekler için geçerli değil.
Biz yetişkinler de sevilmek istiyoruz.
Ama koca bir adamı ya da bir kadını kim niye kucaklasın, niye saçlarını okşasın, niye sarılıp birlikte yatsın?
Sevilme ihtiyacımızı karşılamamızın bir tek yolu var: Sen de birisini seveceksin!
Birisine ihtiyacı olan sevgiyi vermelisin ki o da senden bunu esirgemesin.
Sanki basit bir alışverişten söz ediyor gibiyim. Bakkala gittim, para verdim ki o da bana ekmek versin gibi!
Böyle anlatınca insana ne kadar soğuk ve uzak geliyor değil mi?
Duygudan yoksun bir deney gibi.
Milattan önce 2. yüzyılda yaşamış filozof Panaetus’un öğrencisi de olan Stoacı Hecato şöyle demiş:
“Sana içinde ilaç, ot ya da büyücü tılsımı olmayan bir aşk iksiri göstereceğim; eğer sevilmek istiyorsan, sev.”
Roland Barthes da sevecenliğin tek taraflı bir eylem olmadığını, karşımızdakinden de beklediğimiz bir şey olduğunu söylüyor.
“Karşılıklı bir iyiliğin içine kapanırız, karşılıklı olarak annelik ederiz. Her tür ilişkinin köküne, gereksinimle arzunun birleştiği yere döneriz” diye yazıyor. (Bir Aşk Söyleminden Parçalar, Çeviren: Tahsin Yücel.)
Zekâmızın daha bu kadar gelişmemiş olduğu evrim sürecinin ilk aşamalarında, insanlar muhtemelen sadece üremek için sevişiyorlardı.
Elimizde yazılı bir şey olmadığı için elbette o dönemlerde, bir erkek ile bir kadının birbirlerini sevişmeye ikna etmek için nasıl bir sevgi gösterisinde bulunduklarını bilemiyoruz.
Kim bilir belki silah olarak kullanılabilen bir kemik parçası ya da dalından yeni koparılmış bir meyveydi bunun yolu.
Theodor Reik, “Aşk ve Şehvet Üzerine – Romantik Duyguların Psikanalizi” isimli kitabında (Çeviren: Ali Kılıçlıoğlu) şöyle yazıyor:
Arzuları sevilmek olan ve bu isteği diğerinden çok daha güçlü olan çok sayıda insan tanırsınız. Sevgi nesnesi olmak için olağanüstü duygusal enerji harcayan ve sevgi vermenin mutluluğunu bilmeyen tipler vardır.”
Bu tiplere şimdi kısaca “bencil” deyip geçiyoruz.
Tersi de var tabii: Sevilmekten daha çok birisini sevmeye kendisini adamaya hazır tipler.
La Rochefoucauld Dükü, Maximes isimli özdeyişler kitabında şöyle yazmış mesela:
“Aşkın zevki sevmektir ve kişi, bir başkasında uyandırdığı tutkulardansa kendi hissettiği tutkudan mutluluk duyar.”
Ben de aşkın tek taraflı bir duygu olduğunu düşünürüm ama doğrusunu isterseniz romantik olarak ne kadar yüceltilirse yüceltilsin tek taraflı aşk, âşık için acı verici bir deneyimden daha öteye giden bir durum da sayılmamalı.
Birbirlerini gördükleri anda, aynı şekilde heyecanlanan bir çift olmaktan daha iyi ne olabilir ki?
Çevrenize bakın: Huzurlu ve mutlu olduklarını düşündüğünüz her insanın hayatında onu seven, kendisinin de sevdiği bir insan vardır.
Sevgililer Günü, güller ve küçük kırmızı kalp yağmurları arasında geçip gitti, peki her sabah kalktığınızda onun için özel ne yapabileceğinizi düşünüyor musunuz?