Şeytanın ‘sor’ dediği sorular
AVRUPA Birliği Temsilcisi Kretschmer’in ‘Azınlıklar konusunu Lozan tezi ile savunmak yetersiz’ açıklaması, beklediğim gibi büyük bir gürültü kopardı.
Dışişleri Bakanlığı, ‘Lozan tartışma konusu olamaz’ diyor. Değişik gazetelerin birbirlerinden farklı siyasi eğilimlerdeki köşe yazarları da bu konuda titizleniyorlar.
Genel bir ‘Lozan’ı deldirtmeyiz’ eğilimi hemen göze çarpıyor.
Bu durumda ‘şeytanın avukatlığını yapmak’ da sanırım yine bana düşüyor. Yanlış anlaşılmasın, Kretschmer’in düşüncelerine katılıyor değilim. Sadece biraz ‘tutarlılık’ arıyorum.
Özellikle ‘azınlıklar’ konusunda kendimize tek rehber olarak Lozan’ı alıyoruz; ama işin ilginç tarafı şu ki Lozan’ın ‘azınlıklar’ ile ilgili hükümlerini uygulamakta pek de istekli davrandığımız söylenemez.
Mesela, Vakıflar Kanunu’muz Lozan’a uygun mu?
Lozan’da azınlıklardan söz edilirken ‘gayrimüslim’ler ifadesi kullanılmış. Peki, azınlık denilince niye sadece Rum, Ermeni ve Yahudileri sayıyoruz da Keldanileri, Süryanileri unutuyoruz?
Lozan’da ‘dil’ konusunda ‘gayrimüslimlerden’ değil, ‘anadili Türkçe olmayanlardan’ söz edildiğini hatırlayanımız var mı?
‘Azınlık hakları’ denilince neden irkiliyoruz? Bunun bir grup insana ‘ilave haklar vermek’ değil, ‘bir grup insanın insan olmaktan kaynaklanan haklarını garanti etmek’ demek olduğunu neden bir türlü içimize sindiremiyoruz?
Bir cumartesi sabahı için biraz ağır sorular bunlar? Ama birisinin de artık sorması gerektiğini düşünüyorum.
Bu gemi nereye gider?
HAFTA başından beri okuduğum gazeteleri şöyle bir aklımdan geçirdim.
Bir gün Jandarma Genel Komutanı manşet olmuş. Bir gün Kara Kuvvetleri Komutanı. Bir gün Hava Kuvvetleri Komutanı. Bir gün Genelkurmay Başkanı.
Nedense geçen hafta sadece Deniz Kuvvetleri Komutanı konuşmamış.
Bir ‘uzaylı’ olsam, sağlığımdan endişe duyardım, gazetelerdeki genel havaya bakınca.
Ama bir ‘uzaylı’ değilim. Bu nedenle ortada savaş ihtimali bile yokken ordunun en üst komutanlarının gazetelerde birer birer boy göstermelerini yadırgamıyorum.
Ama sanırım artık yadırgamaya başlasak iyi olacak.
Demokratik bir ülkede, ordunun günlük sivil tartışmaların içine bu kadar çekilmesinde ciddi bir tuhaflık var.
Kimin terfi edeceği, kimin yerine kimin geleceği, ne emekli siyasetçilerin işi, ne de köşe yazarlarının.
Bu tartışmalara bakınca kendimi Sakallı Celál’in gemisindeymiş gibi hissediyorum: ‘Gemi Doğu’ya gidiyor, biz içinde Batı’ya koşarak AB’ye gireceğimizi zannediyoruz.’
Kadınlara söz geçirmek hiç kolay değil
YENİ Şafak Gazetesi’nde ‘Başın Üzerindeki Göz’ isimli bir yazı dizisinde başörtüsü tartışmaları ve baş örtme tarzları anlatılıyor. Düzenlediği tesettür defileleriyle gündeme gelen Tekbir Giyim’in sahibi Mustafa Karaduman şöyle diyor: ‘Baş bağlama modellerindeki değişimde en büyük etken, siyasi baskıların yanında dini otoritenin zayıflamış olması. Mesela eskiden Timurtaş Hoca vardı ve vaazlarında mutlaka bu konuyu işlerdi. Şimdi insanları dini anlamda yönlendiren bir otorite olmadığı için herkes canının istediği gibi başını bağlıyor diye düşünüyorum. Eskiden bol kıyafetler ve büyük boy başörtüleri rağbet görüyordu ama şimdi kimse bu tür giysilere ilgi göstermiyor.’ Bunu nasıl yorumlamalıyız? Bir tür ‘İslamcı feminizmin’ Türkiye’deki kadınlar arasında da yayılmakta olduğunu mu düşünmeliyiz?
Karaduman’ın sözlerindeki ‘yakınma’ havası, bana kadınlara söz geçirmenin o cephede de pek kolay olmadığını düşündürtüyor.
Rasmussen de bu işe şaşırmıştır
DTP’li Ahmet Türk, Danimarka Başbakanı Rasmussen’e bir mektup yazmış ve Roj TV’nin kapatılmamasını istemiş.
Türk, mektubunda Türkiye’de 25 milyon Kürt yaşadığını da söylemiş.
Ahmet Türk bu rakamı nereden buldu bilmiyorum. Belki Türkiye’deki Kürtlerin ayaklarını saydı; ama sonra ikiye bölmeyi unuttu! Dedim ya bilmiyorum. Eğer uydurmuyorsa yakında AB’nin şöyle bir sorunu olacak: Türkiye’deki Türklerin azınlık hakları!
Mektubu okuyan Rasmussen’in de şaşkınlık geçirdiğini görür gibiyim. Düşünsenize, soyadı ‘Türk’ olan bir adam, ‘Kürt’ televizyonu ile ilgili yardım istiyor!