İNEGÖL ve Dörtyol’a giden gazetecilerin yazdıkları izlenimleri dikkatle okudum.
Her şey çok ciddiye almamız gereken bir etnik çatışma riskinin büyüdüğüne işaret ediyor.
Olayları yatıştırmak, varsa provokatörleri yakalamak, bunun nasıl bir tezgâhın işi olduğunu açığa çıkarmak kuşkusuz ki hükümetin görevidir.
Ve bunda düne kadar başarılı olunduğunu söyleyebilmemiz mümkün değil. Dörtyol’daki olayların birbirini tekrarlaması, ancak bir güvenlik zafiyeti ile açıklanabilir ve İçişleri Bakanı onu bunu suçlamadan önce kendi işini düzgün yapıp yapmadığına bakmak zorundadır.
Gazetelerde hep aynı sorunun yanıtı aranıyor: Ne oldu da bugüne kadar birbirlerinin kimliklerini sorgulamadan, kavgasız dövüşsüz yaşayan insanlar bu hale geldiler?
Yanıtı hükümetin içeriğini bilmeden, başını sonunu düşünmeden yapacağını ilan ettiği “açılım”dan başka bir şey değil.
Mesele en başından itibaren bir temel insan hakları ve demokratikleşme sorunu olarak ortaya konmadı.
Habur ile kesilen ve PKK’nın azgınlığıyla iyice unutulan ve kimsenin içeriğinin ne olduğunu bilmediği bu süreç toplumdaki bölünme endişesini kökleştirdi ve Kürtleri temsil ettiğini iddia eden partinin yangının üzerine körükle gitmesi provokasyonlara uygun bir ortam yarattı.
Böyle derin sorunların çözümünün şipşak formüllerle olamayacağını artık gördüğümüzü ümit ediyorum.
Bir hükümetin, bir ülkeyi rahat yönetmek istiyorsa siyasi gerilimler yaratmaktan kaçınması gerektiğini kaç kez yazdığımı hatırlamıyorum.
Bugün yaşadıklarımızın bir nedeni de gereksiz yere bizzat Başbakan tarafından tırmandırılan siyasi gerilimdir.
Sekiz yıldır iktidarda olan bir hükümetin bu gerçeği çok önceden görmüş olması gerekirdi ama siyasi gerilimden beslendiğini düşünen bir iktidar partisinin bunu görebilmesi mümkün olamadı.
Görev yine Başbakan’a düşüyor. Yangın büyüyüp, yaygınlaşmadan tansiyonu düşürmek, o tansiyonu yükseltenlerin işidir!
Yine ‘genç subaylar’ meselesi
ERGENEKON Davası’nın soruşturma sürecinde en çok tartışılan ve sonra dosyaya da giren konu Cumhuriyet gazetesinin bir manşetiydi: “Genç subaylar rahatsız!”
Dün benzer bir başlık, Yeni Şafak’ın manşetinde üç satır kaplamıştı: “Genç subaylar Balyozcu’dan rahatsız!”
Haberin spotunda şöyle yazılıydı: “YAŞ’ta, Balyoz sanıklarının rütbelerinde kalması ihtimali, terfi bekleyen subayları rahatsız etti. Şüpheli personelin ihracını savunan emekli askeri savcı Tarımcıoğlu, ‘alt kademedeki subaylar için büyük sorun’ dedi.”
Haberi okudum, kaç tane “genç subay” ile konuşulup bu sonuca varıldığı hiç anlaşılmıyor. Ordu içinde genç subayların nabzını tuttuğunu düşündürebilecek herhangi bir kaynak da yok.
Tek kaynak emekli bir askeri savcının söyledikleri ki o da pek genç sayılmaz.
Acaba gelecekte Balyoz Davası’na bağlanabilecek bir davanın kanıtlarından biri olarak bir dosyaya girecek mi, merak ediyorum.
Haberin üslubu, içeriği bir tek amaç taşıyor: Orduyu içeriden karıştırmak.
TSK komuta kadrolarını ve YAŞ’ı etki altına alarak daha yargılanıp, haklarında mahkûmiyet hükmü verilmemiş subayları ihraç ettirmek ve peşin bir cezaya tabi tutmak.
Böylece mahkeme sonucunda beraat bile etseler cezalandırmış olmak.
Çok ciddi bir iç güvenlik sorunu yaşarken ordunun böyle karıştırılmak istenmesinden nasıl bir yarar umuyorlar, onu da ayrıca merak ediyorum.
Deniz Feneri davası ne âlemde?
BİR süredir açılan davalardan, sorgulamalardan, tutuklamalardan başka bir şey konuşmaz olduk.
Savcılar, mahkemeler maşallah iyi çalışıyorlar. On binlerce sayfalık iddianameler yazılıyor, mahkemeler onları 15 gün içinde değerlendirip davayı kabul ediyorlar.
Televizyonlarda mesele tartışılıyor, mevzuatın derinliklerine vakıf olmamız sağlanıyor.
Artık hepimiz amatör yargıç, savcı ve avukat sayılırız. Ceza Kanunu’nu ve Ceza Muhakemeleri Kanunu’nu artık yuttuğumu bile söyleyebilirim. Siyasal’ı bitirirken
fark derslerini verip bir de hukuk diploması almadığıma hayıflanıyorum!
Bütün bu süreç içinde ilerlemeyen tek dava Deniz Feneri Davası!
Almanya’da açılan ilk davada mahkûmiyet kararları verildi, bugündür, yarındır ikinci dava da sonuçlanacak.
Almanya’dan istenen dosya ya eksik çıkıyor ya tercümesi uzun sürüyor. Savcıların Almanya’ya yazdıkları yazılar büyük olasılıkla yürüyerek giden bir postacı tarafından Almanya’ya götürülüyor olmalı ki bir türlü yanıt da gelmiyor.
Tabii bir olasılık da Alman yargıç ve savcıların işi ağırdan almaları, “Türk meslektaşlarımızın başında zaten bir sürü dava var, bir de biz aceleyle yanıt verip iş yüklerini artırmayalım” demiş olmaları!
Sebebi nedir bilemiyorum tabii, sadece akıl yürütüyorum!