Türban sorununda yeni bir aşamaya geçerken
YÖK’ün “Disiplin suçu işleyen öğrenci dersten çıkarılamaz” yazısı üzerine üniversitelerdeki türban meselesi yasal düzlemde olmasa bile çözümlenmiş gibi görünüyor. Elbette uygulamalar arasında fark olacaktır ama belli bir zaman içinde bu meseleden kurtulacağız diye düşünüyorum.
Zaten olması gereken de buydu. Üniversite çağına gelmiş bir gence, kadın ya da erkek olsun, nasıl giyineceğini söylemek kimseye düşmez. İsteyen, istediği gibi giyinebilmelidir.
Bunun Anayasal bir sorun yaratmayacağını da düşünüyorum, çünkü kamu hizmetlerinden eşit şekilde yararlanmak her vatandaşın hakkıdır ve eğitim de bir kamu hizmetidir.
Şimdi büyük olasılıkla sorunumuz kamu görevlerini yapan insanların kılık- kıyafetleri ile ilgili olacak.
Türbanlı kadınların kamu hizmetlerinde de istedikleri gibi giyinip giyinemeyeceklerini tartışacağız.
Demokratlığından kimsenin şüphe duymayacağı Tarhan Erdem, geçenlerde Radikal’deki köşesinde bu konuya dikkat çekti.
Konuyu tartışmaya başlamadan önce herkesin okuyup, düşünmesi gereken bir noktaya dikkat çekti. Üzerine herhangi bir yorum eklemeden aynen aktarıyorum:
“Demokrasinin düşünülmediği zamanlarda bile, eşitlik ve güvenliği temsil eden bazı meslek sahiplerinin, inançlarının simgelerini taşımalarından kaçınılmıştır. Hâkimlerin peruk takması, polis ve askerin üniforma giymeleri bu nedenledir.
Üniversite öğrencilerinin ileride mesleklerini icrasında ‘inançlarının gereğini’ sınır ve ölçü tanımadan uygulamalarının sakıncası ortadadır. Önce bunu konuşmalı ve çözümlemeliyiz.
İkinci konumuz, üniversitede ‘mahalle baskısının’ nasıl önleneceğidir. Yükseköğretim kurumları yöneticilerinin düşünmeleri gereken budur. Bugün, kadınlarının yüzde yetmişi örtünen bir toplumun kızlarına, okula örtünmeden gelmelerini yasa kurallarını ileri sürerek söylemişiz. Bu serbest bırakıldığında mahalle baskısının sonucu ne olacaktır? Çevre baskısıyla bütün yükseköğretim gençliğinin başını örtmesi durumunda, demokrasiyi yaşatıp yaşatamayacağımızda tereddütler vardır.
Elimde son sekiz yılda yaptığımız üç araştırma sonucu var. Ülkemizde başını örten insan sayısı artmaktadır. 2003’te başını örten kadınların sayısı 14,6 milyondan, 17,9 milyona çıkmıştır. Bu artış nüfus artış hızından az da olsa fazladır.”
Dokunulmazlıklara dokunma zamanıdır!
KIRMIZI ışıkta geçtiği için kendisine trafik cezası kesilen milletvekili Kemal Anadol ile ilgili olarak veriler mahkeme kararı, “dokunulmazlıklar” konusunu bir kez daha tartışmamız gerektiğini ortaya koyuyor.
Bundan sonra trafikte kural ihlali yapan 12 bin yargıç ve 550 milletvekiline ceza kesilemeyecek.
Konunun iki boyutu var: Biri yasama dokunulmazlıkları, diğeri ise devlet memurlarının dokunulmazlıkları.
Milletvekillerinin, yasama faaliyetleri ve politik faaliyetleri ile ilgili olarak dokunulmazlıklarının olmasında yadırganacak bir durum yok. Ama bunlarla hiç ilgisi olmayan suçlarla ilgili dokunulmazlıklarının olmasını anlayabilmek de mümkün değil.
Bakın bir örnek olay: Denizli Milletvekili Ali Rıza Ertemur, Afyon-Sandıklı yakınlarında 125 kilometre hız yaptığı gerekçesiyle plaka üzerinden trafik cezası aldı. Bunun üzerine mahkemeye başvuran Ertemur, cezasını iptal ettirdi.
Bu suçun milletvekilliği dokunulmazlığı ile ne ilgisi olabilir? Ben 125 kilometre hız yaptığımda trafiği tehlikeye düşürüyor, başkalarının da canını tehdit ediyorsam, milletvekili olmam durumu değiştirir mi?
Bir kamu görevlisinin işlediği iddia edilen bir suç nedeniyle bırakın yargılanmasını, soruşturulması bile izne bağlı.
İşte Hrant Dink cinayetinde ihmalleri olduğu müfettiş raporlarıyla sabit olmuş emniyet müdürleri sadece bu dokunulmazlık nedeniyle soruşturulamadılar.
TBMM bu sorunu, kendi saygınlığını koruyabilmek için çözmelidir. Bir demokraside olması gerektiği gibi!
Kafatasçı ırkçılık en azından ‘ayıp’ sayılır
ALİ Bulaç, Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde referandum sonrası çıkan “üç parçalı Türkiye haritasını” yorumlarken şunu yazdı:
“Ne mutlu Türk’üm diyene formülünü kabul edip kolayca ‘resmi Türk kimliği’ni, resmi anayasal Atatürk milliyetçiliğini benimseyenlerin önemli bir bölümünün etnik köken olarak Türk olmayıp Balkan göçmeni, mübadili veya Kafkas muhaciri olması anlamlıdır.”
Bunu dün de köşemde aktarmıştım. Tekrarlamamın nedeni okumayanların olabilme olasılığı ve bunun unutulmasını engellemektir.
Irkçılığın bu kadar kaba bir şekilde ifade edilebilmesi, düşünsel planda uzunca bir süreden beri en azından “ayıp” sayılıyor.
Ali Bey, belli ki Balkan göçmenleri, mübadiller ve Kafkas muhacirleri (genel olarak Çerkez diyoruz) ile ilgili bir tür kafatası araştırması yapmış. “Etnik olarak” Türk olmadığımıza karar vermiş.
Yüzyıllardır Türkçe konuşan, İslami gelenek içinde yaşamış geniş bir kesimden söz ediyoruz.
Türklerin, Pomak, Arnavut, Boşnak, Makedon, öteki Hıristiyan Slavlar ile karışmış olmalarında şaşıracak bir durum da yok, yadırganacak bir durum da!
İnternette baktım, Ali Bey de Mardin doğumlu.
Etnik köken itibariyle Türk olabileceği gibi, Kürt ya da Arap olması da mümkün! Süryani Arap kökenleri de olabilir.
Ne fark ederdi? Bu onu daha değersiz bir insan da yapmazdı, Türkiye’nin geleceği hakkında bugün savunduğu fikirleri savunmasını da engellemezdi.
Benzeri düşünceleri seslendirenlere karşı hep birlikte ayağa kalkan “AKP yandaşı liberaller” bakalım bu konuda ne diyecekler?