‘Türkiye’nin tanıtımına katkı’ meselesi!
BASKETBOL Milli Takımı oyuncularına adam başı 1 milyon dolara ulaşan prim verilmesi ile ilgili tartışmada en çok takıldığım konu “Türkiye’nin tanıtımına katkıda bulundular” gerekçesi.
Mesela spordan sorumlu Devlet Bakanı Faruk Özak, “Bana göre ne verilirse verilsin azdır. Bu arkadaşlar bunun fazlasını hak ettiler. Türk milletini mutlu ettiler. Türkiye’nin tanıtımına katkıda bulundular. O bakımdan bunu konuşmak doğru değil” diyor.
Basketbol Federasyonu Başkanı da maçın 182 ülkede televizyondan yayınlandığına dikkat çekerek, “Türkiye’nin tanıtımına katkıdan” söz ediyor.
Sportif başarıların nasıl bir “tanıtıma katkı” yarattığını anlayabilmem kolay değil.
Şöyle mi düşünülüyor acaba? Dünyada şu kadar milyon insan vardı, Türklerin basketbol oynamayı öğrendiğini gördüler, şimdi de ülkeyi merak edip gelecekler, turizm patlayacak vs.!
Bunun bir tür aşağılık kompleksi olduğunu düşünüyorum. Yani “Biz bugüne kadar dünya milletlerinin gözünde basketbol oynamayı bilmediğimiz için iyi görülmüyorduk, şimdi bu sayede bizim de iyi basketbolcular yetiştirebildiğimiz ortaya çıktı, artık biz de onlar gibiyiz” gibisinden bir düşünce bu.
Peki, basketbolda yıllardır bizden daha iyi dereceler alan Sırbistan’a bunun nasıl bir katkısı oldu, ona bakalım. Dünyanın değişik ülkelerindeki insanların Sırbistan algısı bunun için olumlu bir yönde değişti mi? Sırbistan’a giden turist sayısı internette var, bakın bakalım şampiyon oldukları yıllardan sonra artış olmuş mu?
“Tanıtıma katkıdan” söz edeceksek şampiyonada alınan dereceden değil, şampiyonanın Türkiye’de düzenlenmiş olmasından söz etmeliyiz.
Birçok gazeteci geldi, Türkiye ile ilgili olumsuz (taksiler ile ilgili) ve olumlu (İstanbul’un güzellikleri, yemekleri vs.) yazılar yazdılar. Değişik ülkelerden birçok basketbolsever geldi, Türkiye’yi kendi gözleriyle gördüler, olumlu yönde etkilendilerse bunu çevrelerine anlatacaklar. Tanıtımı yapan şey budur.
Padişah edasıyla ulufe dağıtanların kendilerine başka bir gerekçe bulmalarında yarar var!
Böyle olur bizde ‘demokrasi’ dediğin!
2003 yılında Iğdır’da DEHAP binasının açılışı için yapılan törende bir konuşma yapan partinin o zamanki genel başkanı Tuncer Bakırhan’a “rehabilitasyon” cezası verilmiş.
Bakırhan’a, açılış töreninde “izinsiz toplantı” yaptığı gerekçesiyle dava açılmıştı.
7 yıllık yargılamadan sonra, Bakırhan, Adalet Bakanlığı’na bağlı Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezi’nde, bir yıl süreyle “rehabilite edilecek”.
Karara itiraz yolu kapalı olduğu için Bakırhan’a bir “terapist” de tayin edilmiş.
Terapist ne yapacak, “suçluyu” nasıl topluma kazandıracak gerçekten merak ediyorum.
Şunu mu öğretecek: “Bir daha validen ya da kaymakamdan izin almadan gidip sağda solda siyasi konuşma yapma sakın!”
Yoksa şunu mu: “Konuşmanda söylediğin sözler iyi fikirler değil, gel sen bunları değiştir, daha yararlı fikirler öğren, onları söyle!”
Benim hatırladığım kadarıyla bu türden “fikri suçlarla ilgili” terapi uygulama geleneği, Kızıl Kmerler’in Kamboçya’sında, günümüzün Kuzey Kore’sinde, Mao’nun “kültür devrimi”nin Çin’inde, Stalin’in Rusya’sında vardı.
Tuhaf bir demokrasimiz olduğunu kabul etmek zorundayız sanırım.
Demokrasi şampiyonu hükümetimiz bu yasaları değiştirmek için neyi bekliyor acaba?
Bir okuyucu mektubu üzerine
CUMARTESİ günü yayımlanan yazımdan sonra bir okuyucu mektubu aldım.
Bu mektup, bir hafta içinde üç değişik ülkede yaşadığım farklı duygular ile ilgili bir gözlemimi aktarırken, Almanya ile ilgili olarak yaptığım yorumumun yanlış anlaşıldığını düşündürttü.
Hayır, Almanya’yı sıkıcı bulmuyorum. Tam tersine döndükten sonra, yolculuğumun nasıl geçtiğini soran bütün tanıdıklarıma Grimm Kardeşler Yolu’nda bir yolculuk yapmalarını önerdim.
Bu rota ile ilgili gözlemlerimi zaten Atlas Dergisi’nde yazacağım, bazı bölümlerini sizinle de paylaşacağım.
Okuyucum, mektubunda bir şirketin üst düzey yöneticisi olarak çalışan bir Alman dostunun, İstanbul ile ilgili bir gözlemini de aktarıyor.
Alman arkadaş, İstanbul’un “yaşanmaz bir yer” olduğunu düşünüyormuş.
Hep düşündüğümüz gibi, trafik, kalabalık, pislik gibi nedenlerle değil ama.
Alman arkadaş “İstanbul’da alışveriş dışında yapacak şey yok” diyormuş. Ne opera, ne yüzecek temiz bir sahil, ne düzgün yürünecek kaldırım ne de nefes almasına izin verecek bir park!
Evet, bunların çoğu İstanbul’da yok, olanlar da yetersiz, bunu biliyoruz.
Ama İstanbul’un da zevk alınacak yönü o kadar çok ki! Okuyucumun dostuna bunu öneriyorum: Buradan başka İstanbul yok, olmayan şeylerini dert etmek yerine, olan güzelliklerinin tadını çıkarmaya çalışın!
“Türkiye’nin tanıtımını” kendisine birinci mesele yapan devlet büyüklerimize de bir yabancı konuğumuzun bu gözlemlerini ciddiye almalarını öneriyorum.