Zapsu’ya ’gölge bakan’ denilemez
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı Cüneyd Zapsu, Dışişleri Bakanlığı’ndan bağımsız ve çoğu zaman habersiz olarak yaptığı temasları nedeniyle “Gölge Dışişleri Bakanı gibi hareket etmekle” eleştiriliyor.
Bu eleştiriyi ilk kez kim dile getirdi bilemiyorum ama dikkat ettim neredeyse herkes tarafından paylaşılan ve gazetelerde de sıkça kullanılan bir tanımlama haline geldi.
Kavramların doğru kullanılmasına herkes hassasiyet göstermiyor ama her duyduğumda kulağımı tırmalayan bu tanımlamanın yanlışlığını anlatayım bugün.
“Gölge bakan” deyimi parlamenter sistemlerde ortaya çıkmış bir kavram. Muhalefet partilerine mensup bir kişinin, ilgili bakanı “adeta gölgesi gibi izlemesinden” kaynaklanıyor.
Böylece muhalefet hükümetin attığı her adımı en küçük ayrıntısına kadar izleyebiliyor, bir yandan da bu takiple görevli kişi de özel bir alanda uzmanlaşarak bir anlamda “iktidara” hazırlanıyor.
Dolayısıyla Zapsu’ya “gölge bakan” denilemez, çünkü adam zaten iktidarda ve Başbakan’ın da en önem verdiği danışmanlarından biri.
Belki “durumdan vazife çıkarmak” konusunda biraz işgüzar olmakla nitelenebilir ama esasen “kendi işini” yapıyor. “Aktif” bir danışman olarak kendi doğru bildiğini yapıyor.
Burada asıl eleştirilmesi gereken kişi Başbakan olmalı.
Başbakan’ın bulunduğu herhangi bir uluslararası toplantıda çekilen fotoğraflara dikkatle bakmanızı öneriyorum.
Bakın bakalım o fotoğraflarda Dışişleri Bakanlığı görevlileri “kaçıncı sırada” oturuyor?
Dışişleri Bakanlığı’nı “by-pass” etmekle suçlanması gereken kişi Zapsu değil, bizzat Başbakan’ın kendisi.
Partizanlığın bir sonucu
TÜRK Hava Yolları’nda bir erkek kabin memurunun “haram” gerekçesiyle içki servisi yapmak istememesi ile ilgili tartışma “Şikáyet olmadığı için soruşturmaya neden yok” denilerek THY yönetimi tarafından kapatıldı.
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı da çileden çıkartan bu olay, kamu kesimindeki kadrolaşmanın bir sonucu.
Kamu kesiminde işe yeni personel alınırken dikkat edilen şey “mesleki yeterlilik ve bilgi” değil de “partiye ya da tarikata yakınlık” olunca, bu tür durumların ortaya çıkması da kaçınılmaz.
THY gibi bir zamanlar örnek gösterilen bir kurumun, partizanlık nedeniyle içine düşürüldüğü tartışmalar bugün belki “soruşturmaya yer yok” diye geçiştirilebilir.
Dileyelim ki partizanlık, THY’de çok daha büyük ve telafisi olmayacak hatalara yol açmasın.
Yaşam kalitesinin güvencesi polis
DÜNYA Kupası final maçı için gittiğim Berlin’den kolumun altında bir kitapla döndüm.
Kitap “Almanya’nın en iyileri-Bugünkü ülkemizi sevmek için 250 gerekçe” başlığını taşıyor.
Ertuğrul Özkök de bu kitaptan bir yazısında söz etmişti, hatırlayacaksınız.
Boş vakitlerimde karıştırmaktan zevk aldığım bu kitabın bir benzerini Türkiye için de hazırlamak için küçük beyin jimnastikleri de yapıyorum bazı arkadaşlarımla.
“Almanya’yı sevmek için 250 gerekçeden” bir tanesi Alman polisi.
Dünyanın birçok yerinde “polisler” en sevilmeyen meslek grupları arasında yer alır. Biz gazetecilerle yarışırlar yani!
Birçok kişi başı sıkıştığında çevrede bir polis arar ama nedense normal zamanlarda polis görmekten de pek hoşlanmaz.
Polis sevmemenin marifet sayıldığı ABD gibi ülkelerde polisi sevdirmek için çok güçlü halkla ilişkiler kampanyaları bile düzenlenir.
Sözünü ettiğim kitapta, Alman polisi, Almanya’daki “yaşam kalitesini” yükselten en önemli unsurlardan biri olarak tanımlanıyor.
Kitabın bu bölümünü ilk gördüğümde “Amma da abartmışlar” diye düşünmüştüm.Sonra bölümü okuyup; üzerinde biraz düşününce gerçekten de doğru bir seçim olduğuna karar verdim.
Eğer ülkenizin, kentinizin her bölgesinde huzur ve güven içinde yaşayamıyor, dolaşamıyorsanız, o ülkede yaşam kalitesinin yüksekliğinden söz edebilir misiniz?
Bizim polisimizin de ülkemizin başka kurumlarının olduğu gibi derin ve çözülmeyi bekleyen sorunları var.
Ağır mesai koşullarından tutun da yetersiz maaşlara kadar bir yığın sorun.
Ülkemizde yaşam kalitesinin gerçekten yüksek olmasını istiyorsak, polisin sorunlarını çözmek ve onu sadece görevini düşünür hale getirmek de gerekiyor.