Ankara’da Mithatpaşa Caddesi’nin üzerinde bulunan bir binanın bodrum katında televizyonun ilk yıllarında bir stüdyo vardı.
Stüdyo dediysem, şimdi televizyonlarda gördüğünüz stüdyolara pek benzemeyen bir yerdi… Yıllar önce TRT Yurtdışı Yayınları’na “kaşeli” olarak program yaptığım günlerde bir kez gitmişliğim var o binaya…
Ben hatırlamıyorum, Halit Kıvanç’ın anlattığına göre TRT’nin bazı bürolarının da bulunduğu o binada bir de röntgen mütehassısı varmış.
Zaman zaman bazı hastaların kapıları karıştırıp, film çektirmek için TRT bürolarına girdikleri de olurmuş…
Bir gün yine Ankara dışından geldiği kılığından belli bir vatandaş Film Odası’nın kapısını çalmış: “Doktor Bey içerde mi?”
“Yanlış efendim” demişler, “Röntgenci karşısı, burası ti – vi film odası.”
“Olsun” demiş vatandaş, “ben de film çektirecektim zaten..”
Bu komik öyküyü ve daha yüzlercesini Halit Kıvanç’ın “Telesafir – Bizde TV Böyle Başladı” isimli kitabında okudum.
Misafirler toplanır
“Telesafir” deyimini benim kuşağımdakiler çok iyi hatırlayacaklardır.
Yıllar önce, televizyon yayınları ilk başladığında her evde televizyon yoktu. Zaten televizyon da her gün yayın yapmazdı. Yayın yaptığı günlerde de topu topu 5 – 6 saatlik bir yayın izlenirdi.
Böyle yayın günlerinde konu komşu televizyon olan bir evde toplanır, çıt çıkarmadan yayını izlerlerdi. Bunlara halk arasında “tele misafir” adı takılmıştı.
İlk kez Halit Kıvanç bu deyişi “telesafir”e dönüştürdü ve bir televizyon programının açılışında kullandı. “Sayın seyirciler ve siz sayın Telesafirler…” diye açtığı programı kaç kişi hatırlıyordur, bilmiyorum ama “telesafir” Türkçe’nin güzel kelimelerinden biri olarak dilimizde yer etti, uzun süre de kullanıldı.
‘Verdim ya abi…’
Halit Kıvanç’ın kitabında anlattığı renkli olaylardan birisi de rahmetli Örsan Öymen’in başından geçmiş.
Bir seçim gecesi televizyonda seçim sonuçları ile ilgili programın yayını başlayacak ama hala dekor yetişmemiş… Yayına üç dakika kala dekor kurulmuş, masa yerleştirilmiş, üzerine telefonlar, mikrofonlar hızla takılmış. Reji odasındaki yönetmen herkese kulaklıklarından talimatlarını veriyor: “Hadi beyler, başlıyoruz. On saniye, beş saniye… Açılış diasını ver!.. Müzik bandını ver!.. Bandı versene yahu!..”
Yönetmenin kulaklığından bir ses yankılanmış: “Verdim ya abi… Masana koydum.”
“Oğlum yayına ver, yayına…”
Peruk mu, değil mi?
Yine yıllar önce Halit Kıvanç televizyonda canlı yayınlanan bir yarışma programı sunuyor… Önce yarışmacıları tanıtıyor, sonra onları rahatlatacak havadan sudan sorularla sohbet ediyor, kuralları da hatırlatıp yarışmaya geçmeden önce son bir soru soruyor: “Bana sormak istediğiniz bir şey var mı?”
Yarışmacılardan genç bir kız “benim var” diye atılıyor.. Kıvanç “buyrun,” diyor, “anlayamadığınız nokta nedir?”
“Her şeyi anladım” diyor kız, “Ben yarışmayla ilgili bir soru sormayacağım. Çalıştığım bankada arkadaşlarla iddiaya girdik, sizin saçınız peruk mu değil mi?”
Kıvanç şaşırıyor, ama bozuntuya da vermiyor. “Kendi saçım” diyor, şaka olsun diye de ekliyor: “İsterseniz gelip kontrol de edebilirsiniz.”
Kız yerinden fırlıyor, Kıvanç’ın saçını elleriyle ince ince yokluyor ve canlı yayında kameraya dönüp İstanbul’daki bankacı arkadaşlarına sesleniyor: “Takma değil arkadaşlar… Peruk değil. Kendi saçı, kendi saçı…”
Halit Kıvanç’ın kitabını okurken eski günleri hatırladım.
Yaşım çok eski değil, ama hatırladıklarım burnumun direğini sızlattı desem yeridir. Türkiye’nin ve televizyon yayıncılığının nasıl bir hızla değiştiğini bir kez daha hatırlattı bu kitap bana… Değişim iyi mi, kötü mü diye soracak olursanız, emin olun doğru yanıt bende yok…