MİLLİYET

Anna öldü çünkü damarlarında aşk akıyordu!

 Geçenlerde Haşmet Babaoğlu ve Atilla Birkiye ile birlikte CNN Türk’te Doğan Hızlan’ın, “Karalama Defteri” isimli programına konuk olduk. Program sırasında söz bir ara Anna Karenina’ya da geldi… Tolstoy’un bu büyük romanını tekrar hatırlamamızın nedeni aşkın ömrü ile ilgili bir soruydu.

Programın çekiminden iki-üç gün sonra Haşmet, Sabah’ta “Anna’nın da aşkı bitmişti” diye bir yazı yazdı…
Anna Karenina kendisini istasyonda trenin altına attığında gerçekten aşkı bitmiş miydi?
Ne romanı okurken (iki kere) ne de daha sonra filmleri seyrederken (en az on kere), Anna’nın Kont Vronski’ye olan aşkının bitmiş olduğunu, intiharına bunun yol açtığını hiç düşünmemiştim.

‘Gerçek hayat’ fantezisi
Kafamı kurcalayan soru, romanı devam ettirmek gerekse, Anna ile Vronski’nin ilişkisinin ne yönde gelişeceğiydi daha çok. Anna Karenina romanın sonunda ölmese, Vronski ile çıkmaya karar verdikleri tatile çıkabilse, her şey yolunda gitse ve sonunda evlenebilseler ne olurdu?
Göbeği çıkmış ve votkadan burnu kızarmış bir Kont Vronski, doğurduğu üç çocuğun ardından hâlâ göremediği ilk çocuğunun özlemiyle iyice depresyona giren, yaşlanmış bir Anna, Kont’un yatağına girmek için can atan onlarca güzel genç kız… Anna’nın “dırdırı” nedeniyle Osmanlı-Rus savaşına katılmak için orduya yazılan Vronski’nin gözünü kırpmadan ölüme atılışı… Miras kavgasıyla birbirine düşen çocuklar, gönlünü cenaze törenindeki genç teğmene kaptıran Anna…
Bu bir roman olduğu için elbette bunların hiçbiri olmayacaktı, Anna Karenina-2… Tam tersine bütün yaşamını sadece aşka açan, aşk için gözünü kırpmadan her şeyi feda etmeye hazır bir kadın ve onu ölesiye seven bir erkek olacaktı ikinci romanın kahramanları da…
Böyle olacaktı, çünkü Anna’yı trenin altına kendini atmaya yönelten şey aşkın bitmiş olması değil, tam tersine olanca şiddetiyle sürüyor olmasıydı… Bu, ikinci romanın birincisiyle tutarlı bir bağ kurması için de gerekliydi…

Hayatı aşkıydı artık…
Çünkü Anna Karenina için Vronski’ye olan aşkı, hayatın kendisi anlamına geliyordu. Anna adeta “kendisi olmaktan çıkmış” ve Vronski’nin özünde yaşamını sürdürmeye başlamıştı.
İçinde yaşadığı Rus toplumu, aristokrasinin aç gözlü ahlaksızlığı Anna’ya zaten başka bir yaşam alanı da bırakmıyordu.
Oysa Vronski, bir erkek olarak kendisine daha geniş bir yaşam alanı bulabiliyordu. Anna’yı deli gibi seviyordu ama bu annesinin kendisine bulduğu hokka burunlu, kalın dudaklı, yeşil gözlü Rus kızlarıyla operalara gitmesine engel değildi.. Anna ve aşk, Kont’un yaşamının önemli bir bölümüydü ama adı üzerinde “bir bölümüydü”…

‘Bekle geleceğim’ deseydi…
Oysa Anna, çılgınca seven her âşık kadın gibi bitmek bilmez hezeyanlar ve aşk sanrıları içinde kıvranıyor, Kont’un kendisinden ayrı geçirdiği her dakikadan artık sevilmediği sonucuna ulaşıyordu… Anna için aşk, her hücresinde hissettiği kadar, sık sık tekrarlanması gereken, duyulması gereken bir sözdü de aynı zamanda.. Bir uyuşturucu bağımlısı gibi, aşk bağımlısıydı Anna…
O gün tren istasyonuna da intihar etmeye değil, Vronski ile buluşmaya gitmişti… Ama orada Kont’un sadece bir notu vardı: “10’dan önce gelemem.”
Bu, bin bir kuşkuyla beyni kemirilmiş Anna için “ölüm” demekti…
Hayır, Anna Karenina aşk bittiği için trenin altına atlamadı… Bir arkadaşımın dediği gibi eğer o dönemde cep telefonu olsa ve Vronski ona şöyle bir mesaj geçebilseydi, asla intihar etmeyecekti: “Seni seviyorum Anna, bekle geleceğim.”
Vronski’ye gelince… Onun aşkının da bitmediği Anna’nın ölümünün ardından yaptıklarından belli… Gözü pek bir subay olarak orduya yazıldı ve kendini öldürtmek için ne gerekiyorsa yaptı.