CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, geçenlerde parti içindeki muhaliflerinden birisini kastederek, “Atatürk’ün koltuğu ona yakışmaz” dedi.
Mesele böyle ortaya konulunca bir Türk’ün yanıt vermekte çok zorlanmayacağı bir soru bu: Atatürk’ün koltuğuna bildiğimiz siyasetçilerden hangisi yakışır?
Nitekim Sabah’taki köşesinde Hıncal Uluç, bu söze şöyle yanıt vermekte hiç gecikmedi: Sen bile oturduktan sonra Deniz Hocam?
Baykal’ın iddiası önemli bir gerçeği de göz ardı ediyor: İnsanlar ölümlü ve tarihin belli bir döneminde belirli şartların bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilecek tarihi kişiliklerin günlük siyaset tartışmalarında bu üslupla kullanılmaları pek yakışık almayacak bir davranış.
CHP, parti programıyla kendisinin sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir parti.
Sosyal demokrat partilerin liderlik koltuğuna kimin oturabileceğini belirleyecek şey ise o koltuğa daha önce kimin oturduğu değil, parti tabanının kimi buna layık gördüğü olmalı..
Sosyal demokrat bir partinin liderliğine gelme koşullarını bu türden şartlara bağlamak, her şeyden önce “seçkinci” bir davranış.
Bu, “seçkinci” davranışın adım adım ilerletilmesi ve liderliğe aday olanlarda Harvard’da doktora yapmasından tutun da sanat tarihi konusunda ulema olmasına varana kadar bir sürü başka vasfın da aranması sonucunu yaratır.
Elbette ideali parti tabanının en ehil olanı seçmesidir ve bu kişinin de birçok vasıfla donatılmış olmasıdır ama siyasetin de kendine göre gerçekleri var ve en iyi aydınlar her zaman en iyi parti yöneticisi de olamayabiliyorlar.
Söz konusu olan sosyal demokrat bir parti olduğuna göre, liderliğe hangi vasıflara sahip olanların gelebileceğine değil, parti içi demokrasi kanallarının ne kadar açık olduğuna bakmamız gerekiyor.
Parti içi demokrasi, kararların parti tabanından yukarıya doğru oluşması ve bu süreç içinde neredeyse her üyenin yer alabilmesi demek..
Bir başka yönüyle de parti içinde yönetimin her kademesine talip olma hakkının her parti üyesine tanınmış doğal bir hak olması ve parti içi seçim süreçlerinin bu hakkın kullanımını kısıtlamaması demek..
Parti disiplini dediğimiz kavram da gücünü bundan, parti içi demokrasiden alıyor zaten. Örgütün tümünün oluşumuna katıldığı kararlara, o fikre karşı olsanız da saygı göstermek ve parti politikasına sadık kalmak..
Parti içi demokrasinin olmadığı bir ortamda parti disiplini ise bir tür diktatörlük demek.. Partinin her düzeyindeki organının ve üyelerinin yerini bir merkez komitesinin ve liderin alması demek ki, bu tür bir partiye de literatürde “sosyal demokrat” denilemiyor.
CHP’deki asıl sıkıntı, bir belediye başkanının genel merkeze karşı bayrak açıp genel başkanlığa talip olması ve bunu partinin içinde, parti tüzüğünün öngördüğü süreçler içinde değil de dışardan yapıyor olması..
Burada da suçlanacak olan “bayrak açan” değil, parti içi muhalefetin her türlüsünü tasfiye eğiliminde olan parti liderliği olmalı.
Siz eğer insanlara partinin normal süreçleri içinde kendilerini ifade etme olanağını tanımazsanız, bu muhalefetin bir başka mecraya yönelip akmasına da engel olamazsınız.
Eğer bu muhalefet hareketi başarılı olursa, Türkiye’deki öteki partilerin de bundan etkileneceklerini öngörmek falcılık olmaz.
Çünkü Türkiye’de sadece CHP’de değil, bildiğimiz tüm partilerde parti içi demokrasi içi boşaltılmış bir kavramdan ibaret.
Mustafa Sarıgül’ün çıkışı, sadece bu yönüyle bile izlenmesi gereken ilginç bir demokrasi deneyimidir diye düşünüyorum.