Geçen gece televizyon kanalları arasında zıp zıp zıplarken genç bir hanımın sunduğu bir programa takıldım. Adı, “City Lights”..
Şehir ışıkları oldum olası beni kendisine çeken bir kavramdır.. Bana eğlenceyi, yeni lezzetleri, şık giyinmiş insanları, sanatı çağrıştırır.. Bu yüzden elimdeki “zıpzıp”ı sehpaya koyup izlemeye başladım.
Programın benim yakaladığım kısmında İstanbul’da açılan yeni bir “eğlence mekanı” tanıtılıyordu. (Eğlence yerlerine neden “mekan” denmeye başlandığı da ayrı bir yazının konusu olabilir, bu “lafa” takılanın sadece ben olmadığımı fark ettim dün.)
Emirgan civarında, olağanüstü Boğaz manzaralı, şık bir eğlence yeri..
King Kong kim?
İşletmenin yöneticisi ile röportaj yapan sunucu şöyle bir soru sordu: “Buranın adı da çok ilginç.. Neruda.. Ne anlama geliyor?”
Soru sorulduğunda işletmecinin yüzünden belli belirsiz bir şaşkınlık ifadesi geçti ve “Bilmem ki..” dedi.. “Dünyaca ünlü bir şair ama isminin ne manaya geldiğini bilmiyorum.”
İşletmecinin yaşadığı şaşkınlığın bir benzerini ben de daha önce yaşamıştım.
Bir işadamına, bir yemekte, bir fıkra anlatacağım tutmuştu nedense.. Fıkra şöyle başlıyordu: “Günün birinde King Kong, Taşkent’i zapt etmiş..”
Daha ikinci cümleye geçmeme fırsat kalmadan fıkrayı anlattığım kişi sözümü kesti: “King Kong kim?”
“Büyük bir maymun” diye kekelediğimi hatırlıyorum.. Tabii sonra ne fıkrayı anlatabildim, ne de lafı toparlayabildim..
Bu yüzden işletmecinin şaşkınlığını çok iyi anlıyorum..
Toplu cehalet
Geçenlerde yazdığım bir yazıda, Burdur Eğitim Fakültesi’ndeki bir öğretim üyesinin öğrencileri arasında yaptığı araştırma ve gözlemlerden söz etmiştim.
Öğrencilerin en temel kaynaklardan bile habersiz olduklarını, edebiyat klasiklerini okumadan üniversiteye kadar gelebildiklerini, doğru dürüst bir büyük ansiklopedi adını bile bilmediklerini anlatan bir araştırma..
Televizyondaki program, sorunun bir üniversitenin bir tek sınıfındaki öğrencilerle sınırlı olmadığını ortaya koyması bakımından çok önemli.
Televizyonda program sunuculuğu ve röportajcılık yapmak gibi ciddi bir işe soyunmuş bir kişinin, entelektüel altyapısının neredeyse hiç olmadığını göstermesinden daha da önemli bir sorun..
Bunlar bir arkadaş sohbetinde anlatıp hep birlikte gülüp geçebileceğiniz tekil olaylar değil çünkü..
Toplumumuzun neredeyse tümüne yaygınlaşmış vahim bir cehalet durumu..
Birçok kişi biliyorum ki günlük gazeteler dışında hiçbir şey okumuyorlar. Sanatla yüz yüze geldikleri tek yer bir sinema salonu.
Şimdi sırf ezbercilik
Birçoğu işinde başarılı, uzmanı oldukları konularda derinleşmiş kişiler bunlar. Bıraksanız işleriyle ilgili bir konuda çok özel bilgilerden saatlerce söz edebilirler..
Ama resim, edebiyat, heykel gibi şeyler söz konusu olduğunda koyu bir karanlık içindeler.
Liseleri, üniversiteye öğrenci sokan kurumlar haline indirgediğimizden beri böyle olduğunu düşünüyorum.
Aslında lise eğitimimizde bizim zamanımızda da ciddi sorunlar vardı. Ezberciliğe dayanması, analitik düşünme alışkanlığının oluşturulmaması gibi sorunlar.
Ama hiç olmazsa o yıllarda klasikleri okumaya bizi yönelten, resim üzerinde düşünmeye bizi zorlayan öğretmenlerimiz vardı.
Şimdi salt test çözmekteki başarıyla indirgenen lise eğitiminin bu sorunu daha da ağırlaştırdığını düşünüyorum.
Yeniden yapılanma şart
Öğretmenleri suçlayamıyorum çünkü öğrencilerin ve velilerinin onlardan beklediği de sadece bu başarıya ulaşmayı sağlamaları.
Bugün geldiğimiz noktada bu sorun acaba, lise sonrası ile üniversite öncesine konulacak bir tür “hazırlık sınıfı” uygulaması ile çözülebilir mi? Salt yabancı dil eğitiminin verildiği bir hazırlık sınıfından söz etmiyorum. Hayatın öğretildiği, çocuklara edebiyat, resim, müzik, heykelden de söz eden, kısacası “hayata hazırlamayı” hedefleyen bir hazırlık sınıfı uygulaması..
Belki de eğitim sistemimizi ilköğretimden başlayarak yeniden ele alıp yapılandırmamız gerekiyor.. YÖK Kanunu’nda şu ya da bu yönde yapılacak değişiklikten çok daha önemli bir konu bu ve neredeyse hiç tartışmıyoruz.