Artık itiraf etmeliyim ki müzikten çok da anlamıyormuşum. Oysa daha bir hafta öncesine kadar bu konuda çok iddialıydım.
İlk kez dinlediğim bir şarkının tutup tutmayacağını, gözde kulüplerde çalınıp çalınmayacağını tahmin edebilir, aksi görüşte olanlarla iddiaya girer ve kazanırdım.
Sertab Erener’in Eurovision’da birinci olan şarkısı “Every Way That I Can”de yanıldım.
Göbek atarak söylediler
Bu şarkının Türkiye’de bildiğimiz nedenlerle kolayca sevilip çokça dinlenebileceğini düşünmüştüm ama şarkının Tarkan’ın bazı şarkıları gibi yabancı kulüplerde de çalınacağına ve insanların bunu sevebileceklerine ihtimal vermemiştim.
Washington’da gittiğim Agua Ardiente (Kaynamış, fokurdayan su anlamına geliyor, bu ismi taşıyan anasonlu bir Latin rakısı da var) isimli Latin kulübünde Sertab’ın çalındığını ve insanların bizim buradaki gibi göbek kıvırmalarıyla şarkıya eşlik ettiklerini gördüm.
Demek ki Türk yaratıcılığı da uluslararası rakipleriyle boy ölçüşebiliyor.
Bu sevindirici bir gelişme..
Her an tıklım tıklım
Bir başka sevindirici gelişme de Türk mutfağı açısından olmuş, Washington’da..
Bugüne kadar yurtdışında genellikle, Türkler tarafından işletilen ve çoğunluğu Türk mutfağının rafine ürünleri yerine kebaba dayalı mönüleri olan lokantalar açılırdı.
Washington’da yeni açılan Zaytinya (Mönüsünde isminin Zay – teen – yah şeklinde okunacağı yazılmış) bu açıdan benim bilebildiğim ilk örnek.
Sahipleri, biri Latin Amerikalı, diğeri İspanyol iki ortakmış. Aşçıları da yabancı ve lokanta açılmadan önce bir süre gelip Türkiye’deki çeşitli lokantalarda Türk yemeklerinin nasıl yapılacağını öğrenmişler. Bir Türk işletmecileri varmış ama benim gittiğim gün o çalışmıyordu, bize bir Amerikalı maitre d’Hotel bu bilgileri verdi.
Zaytinya, Washingtonian Dergisi’nin yazdığına göre çok sükse yapmış ve yılın en iyi yeni lokantası seçilme başarısını da göstermiş.
Amerikan ölçülerinde bile büyük bir mekânda faaliyet gösteriyor ve günün neredeyse her saati tıklım tıklım.. Barı da Washington’un renkli simalarının sıkça görülebileceği bir yer..
Lokanta, İspanyolların “tapas lokantaları” anlayışıyla çalışıyor. Bütün yemekler küçük meze tabaklarında servis ediliyor ve böylece insan birçok yemeği bir öğünde tadabilme olanağı buluyor.
Parmaklarınızı yersiniz!
Mönüsünde içliköfteden tutun da imam bayıldıya kadar her şey var. Ben “Hünkarbeğendi”nin bir aşçı için tek gerçek sınav olduğunu düşünenlerdenim. Zaytinya’nın “Hünkarbeğendi”si bizim buralarda birçok lokantada pişirildiğinden daha iyiydi ve bana sorarsanız mükemmele çok yakındı..
Lokantanın fiyatları da bizim buralardaki benzerleri ile kıyaslandığında çok ucuzdu. Yemeklerin tabağı 3 dolar ile 5 dolar arasında değişiyordu ve Türkiye’de iyi lokantalarda asla içemeyeceğim bir fiyata bir şişe de Kalecik Karası içtik. Bu nasıl olabiliyor, bilmiyorum.
Bunları anlatmamın nedeni “Bakın ben nerelere gittim” demek değil..
Şunu söylemek istiyorum: Türkiye’nin dışarıdaki tanıtımının yetersizliğinden, Türk mutfağının öteki büyük mutfaklar yanında hep haksızlıklara uğradığından şikâyet ediyoruz.
‘Bilge’ aşçılar
Türk mutfağının Doğu Akdenizli öteki akrabalarıyla (Yunan, Lübnan) kıyaslandığında daha az tanındığı da bir gerçek.
Bunu aşabilmenin yolu, ortak bir damak zevkine hitap edebilecek formülleri geliştirebilmek. Bu da ancak iyi eğitimli aşçılarla olur. İyi eğitimli derken ‘ne kadar yağ koyacaksın, ne kadar tuz atacaksından’ ibaret bir eğitimi kastetmiyorum.
Yemeğin büyük bir kültürün önemli bir parçası olduğunu bilecek, yemekleri yaratan ulusal felsefeyi özümsemiş, yaptığı iş üzerine düşünceler geliştirebilmiş aşçılar yetiştirmekten söz ediyorum.
Yeditepe Üniversitesi’nde Tuğrul Şavkay’ın yönetiminde bu yıl açılacak yeni bölümün, bu önemli eksikliği giderebilecek bir ilk adım olacağı açık.
Diğer üniversitelerin de bu konuda yapabilecekleri bir şeyler olmalı.