MİLLİYET

Birinin hayatından geçip gitmek o kadar kolay mı?

 Şebnem Ferah’ın bir şarkısı var… Eski bir şarkı mı, yeni mi çıktı bilmiyorum, zaten bu o kadar önemli de değil.
Hüzünlü bir şarkı bu… Şebnem Ferah’ın buğulu sesiyle hüznü katmerleniyor, insanın içini dağlıyor.

Bu durum bir rock şarkıcısı için talihsizlik midir, bilemiyorum. “Rock”ın kurulu düzene başkaldıran isyankâr yönünü biraz zedeliyor olsa da bence hiç zararı yok.
Öte yandan şöyle düşünmek de mümkün elbette: Bu şarkı insan davranışlarına hâkim olan genel eğilimi eleştirdiği için, isyankâr kabul edilebilir ve “rocker” ruhu bundan “muazzep” olmaz!
Ama yine de bunca yılın “rocker”i olarak kabul etmeliyim ki bu biraz arabesk bir isyan: “Yaradana isyanım var abiler” tarzında!..

Kibritin yanmayan ucunda…
Şarkının sözleri şöyle: “Ben, sigara dumanının altında / Yana yana en sonunda kül oldum / Sen kibritin hiç yanmayan ucunda / Birinin hayatından geçmiş oldun..”
Bu mümkün olabilir mi? Yolları bir şekilde kesişip, ruhları birbirinin içinde eriyen iki insandan birisi tuzunu ıslatmadan bu ilişkiden sıyrılabilir mi, ötekisi yanıp bir avuç küle dönerken?

Sevdim, sevilmedim!
Aşk ilişkisinin adaletsiz ve eşitsiz bir ilişki olduğuna dair yaygın bir inanç var. Aşkın iki tarafından birisinin daha çok fedakârlık yapmak zorunda kaldığı, aşkına karşılık alamadığı, kendi sevgisi oranında sevilmediğine dair bir inanç…
Ve bence doğrudan doğruya bu inancın varlığı ve yaygınlığı ilişkileri zehirliyor, pekâlâ yürüyebilecek ilişkiler yarım kalarak sonuçlanıyor… Birlikte yaşanacak yıllar, paylaşılabilecek hayaller, tadı birlikte çıkarılabilecek anlar varken.
Roland Barthes buna “âşığın sevildiğinden emin olamama hali” adını veriyor. Elbette orijinal lisanında bu kadar uzun değil bu, ama ne yapalım ki güzel Türkçemizde her kavramı tek kelimede ifade etmek de her zaman mümkün olamıyor…

Beş parmak gibi
Neden âşık kişi, karşısındaki insanın kendisini, kendisinin onu sevdiği kadar sevmediği düşüncesine saplanıyor?
Bu hiç de küçümsenebilecek bir ruh durumu değil. Bir roman kahramanı olsa da “hayatımın kadını” diyebileceğim Anna Karenina da kendisini Moskova İstasyonu’nda bu nedenle trenin altına atmıştı… Eminim gerçek hayatta da benzeri dramlar yaşanıyor. Hepsi bir trenin altında bitmese de benzeri yıkıcılıkta sonuçlara yol açabiliyor.
Bunu tamamen insan doğasından kaynaklanan nedenlerle açıklıyorum. Rahmetli anneannem gibi konuşacağım ama “beş parmağın beşi de bir değil ki!”
Karşılaştığımız her olayda farklı tepkiler verebiliyoruz. Aynı evde büyüyen, aynı kültürel ortamdan beslenen çocuklar bile birbirlerinden farklı özellikler gösterebiliyor.

Söylediğimden daha çok…
Bu aşk ilişkisinde de geçerli.. Kimisi aşkını şöyle gösteriyor, kimisi böyle..
Davranış kodlarımız sanki bir parmak izi gibi birbirinden ayrılabiliyor.
Aşkı göstermenin, ortaya koymanın tek bir yolu yok. Tek bir yolu olmadığı için de taraflardan birisi her zaman o korkunç şüpheyi içinde taşıyor, giderek büyütüyor. Yapılmasını beklediği bir davranışın yapılmaması, söylenmesini umduğu tek bir sözcüğün söylenmemesi insanın içinde büyük fırtınalara yol açabiliyor ve bu fırtınanın yarattığı yıldırımlar bir ilişkinin tam da kalbine çarpabiliyor…
Böyle durumlarda herkese şu şarkıyı dinlemesini öneriyorum. 1980’lerin hemen başından hatırlayacağınız bir eski şarkı bu… Leo Sayer söylüyordu, benim yaşımdakiler kolayca hatırlayacaklardır: I love you more than I can say… Seni söyleyebildiğimden daha çok seviyorum…
Ne yaparsa yapsın aşkını anlatmayı başaramayanların, sevdiğini ikna etmeye muvaffak olamayan “looseröların şarkısı..