Bu dayak hepimize atıldı
Nilüfer Polat 12 yaşında. Gazetede fotoğraflarını görmüş olmalısınız. Küçücük, sevimli bir kız çocuğu.
İlkokulun beşinci sınıfına gittiğine göre çarpım tablosunu, dört işlemi, Türkiye’nin akarsularını ve dağlarını, TBMM’nin kuruluş gününü, Cumhuriyet’in ilanını öğrenmiş olmalı.
Yurttaşlık bilgisini, diş korumayı, çevre temizliğini de…
Ama Nilüfer, 12 yıllık kısa yaşamının ilk gerçek dersini dün aldı.
Düşündüğünü cesaretle ve yüksek sesle açıklamanın bedelini okulun orta yerinde sopayla atılan bir meydan dayağı yiyerek ödedi.
Cılız kollarına, sıska bacaklarına vurulan her odun darbesinde nasıl bir ülkede yaşadığını öğrendi.
Dilini tutması gerektiğini iyice belledi.
Doğru söyleyenin sadece dokuz köyden kovulmayacağını, bir de üstüne sıkı bir dayak yemek zorunda kalacağını gördü.
Artık ne Nilüfer ne de onun karşı karşıya kaldığı cezaya tanıklık edenler bunu hiç unutmayacaklar.
Haksızlıklar karşısında seslerini çıkarmamayı, düşündüklerini söylememeyi en doğru yol olarak görecekler.
Ders: Dayak!
Nilüfer’in bu cezayı hak etmesine yol açan suçu, Dünya Bankası’nın ‘yoksulluk yardımı’ adı altında verdiği kredinin adil dağıtılmasını istemekti.
Öyle bir yanıt aldı ki artık küçücük ruhunda açılan yara, bin Dünya Bankası bir araya gelse bile kapanamayacak kadar büyük.
Dayak, biz yetişkinler ne kadar görmek ve duymak istemesek de eğitim düzenimizin ayrılmaz bir parçası.
İtiraf edelim, öğretim hayatı boyunca bu dayaktan nasibini almamış kaç kişi var aramızda?
O kadar sık yinelenen bir uygulama ki artık alışkanlık yapmış, neredeyse hoşgörülür olmuş bir durum.
Öğretmenin vurduğu yerde gül yetişeceğini söyleyen bir atasözümüz bile var.
Hatta küçücük çocukların etlerinin ve kemiklerinin yetişkin insanlar arasında paylaşılmasını önereni bile….
Ne kadar sürecek?
Eğitim sistemimizde gerçek bir reform yapacaksak, bu önce okullardan zorbalığın temizlenmesi olmalı.
Ancak sadece zorbalığın temizlenmesi de yetmez.
Gerçek bir eğitim reformu yapacaksak öğretim kurumlarımızın görevinin ne olduğunu da doğru olarak belirlemeliyiz.
Çocuklarımıza sadece dört işlemi, coğrafyayı, tarihi, yurttaşlık bilgilerini öğreten bir düzen mi istiyoruz?
Hayır, doğru bir eğitim sisteminin tek amacı bu olamaz.
Bunların yanı sıra şahsiyetli bireyler olmayı da öğretmeliyiz.
Görüşlerini cesurca açıklayıp, tartışabileceklerini; kimsenin bu yüzden onları eleştirip, ayıplamayacağını, cezalandırmayacağını bir yaşam felsefesi olarak benimsetmeliyiz.
Onlardan her yapılanı seyreden koyunlar değil, haklarına ve fikirlerine sahip çıkan gerçek bireyler olmalarını beklemeliyiz.
Hepimizin koca koca unvanları var. Afra – taframızdan yanımıza kimseler yaklaşamıyor. Ama bizlerin başbakan, bakan, vali, general, gazeteci, mühendis, öğretmen olduğumuz ülkede küçücük çocuklar bir şeyler öğrensinler diye gönderildikleri okullarda sopayla meydan dayağı yiyorlar.
Bu utançla daha ne kadar yaşamak zorundayız?