Pazar akşamı televizyonların spor programlarını izlerken eski Liverpool’lu Robbie Fowler’ı hatırladım. “Liverpool’un Aykut Kocaman’ı” da derim ben ona…
Kendisi ve takımı lehine verilen penaltı kararına itiraz eden, itirazı kabul görmeyince de topu penaltı noktasına dikip göstere göstere auta vuran Fowler’ı.
Olayın ertesi günü o zaman çalıştığım Radikal’de şöyle bir yazı da yazmıştım: “Ali Şen, Liverpool Başkanı olsaydı, Fowler’a ne olurdu?”
Fowler’ı hatırlamama yol açan şey “tartışmalı pozisyonlar” oldu..
Penaltı almak için hakemi kandırmak üzere kendisini artistik hareketlerle yerlere atanlar, hakemin üzerine dünyanın en büyük haksızlığına uğramış yüz ifadesiyle deli gibi saldıranlar, sanki bir yeri kırılmış gibi acı içinde kıvranma numarası yapıp biraz sonra hiçbir şey olmamış gibi koşmaya başlayanlar vs…
Bizde “fair play” denilince sadece şu akla geliyor: Bir sakatlık olursa topu taca atmak, sakatlık sonucunda kazanılan taç atışında topu rakibe vermek..
Gerçi bunu bile yapmayan bazı “büyük takım” oyuncuları da hatırlıyorum ama bizim ahlaki ilkelerden çok sadece sonucun ne olduğuna bakmaya şartlanmış spor kamuoyumuz bunu iki gün bile tartışmamıştı, onu da belirteyim.
Oysa fair play kavramı, her şeyden önce oyunun dürüstçe oynanması ile ilgili. Şaşmaz bir dürüstlükle…
Kasten faul yapmayacaksın, rakibe zarar verici hareketler yapmayacaksın, hakemi kandırmayacaksın, seyirciyi tahrik etmeyeceksin, oyunu başından sonuna salt bir “sportif olay” olarak göreceksin!
Mesela sana yapılan bir faulun ardından rakibine sarı – kırmızı kart gösterilmesini istemeyeceksin..
Mesela kendini ceza sahası içinde yere atıp penaltı beklemeyeceksin..
Haklı bile olsan beklediğin karar verilmediğinde seyirciyi hakemin üzerine kışkırtır mahiyette hareketler yapmayacaksın..
El kol hareketlerinle hata yapan takım arkadaşını seyircilerin önüne atmayacaksın!
Mesela arkadaşının vurduğu top çizgiyi geçmek üzereyken, çizginin önünde topa vurup arkadaşının golünü çalmayacaksın? (Değil mi Fatih?)
Mesela yenildiğin maçın ardından “Bize neden yatmadılar, biz onlara gelecek sene gösteririz” anlamına gelecek konuşmalar yapmayacaksın..
Dürüstlükten sapmadan, şerefinle oynayıp yenecek ya da yenileceksin!
Baliç’in öpücükleri
Profesyonel futbolcular ile benim gibi “amatör taraftarlar” arasında temel bir fark var. Onlar bulundukları takımlarda (Galatasaraylı Bülent gibi bazı istisnaları bir kenara bırakacak olursak) işleri o olduğu için bulunuyorlar.
Benim gibi sade taraftarlar için durum farklı.. Biz sevdiğimiz renklere değer veriyoruz, onu kimliğimizin bir parçası gibi görüyoruz vs…
Bu yüzden profesyonel futbolcuların forma öpme hadisesi her zaman garibime gider..
En son Trabzon maçında Baliç, attığı golden sonra formasını öpücüklere boğarak çılgın bir koşu tutturdu..
Aynı Baliç’in daha önce Bursaspor ve Fenerbahçe formalarını da aynı şekilde öptüğünün canlı tanığıyım.
Görmedim ama Bosna’daki takımının ve bir ara oynadığı Real Madrid’in formalarını da eminim aynı şekilde öpmüştür… Bence başka bir sevinme yöntemi bulsalar daha iyi olacak. Çünkü eski görüntüleri hatırlayanlar için bu öpücük sahnesi hiç de romantik olmuyor!
Dilini tutmayı bilmek erdemdir
TRABZONSPOR Başkanı Atay Aktuğ, hafta içinde Hooijdonk olmasa Fenerbahçe’nin futbol takımı bile sayılmayacağını söyledi. Sanırım bu sözlerin yayımlandığı Milliyet ve Fanatik gazeteleri, Trabzon – Fenerbahçe maçından önce soyunma odalarına çerçeveletip asılacaktır. Önceki gün de Galatasaray yöneticisi Fatih Gökşen, Alex’i ve Fenerbahçe’yi kastederek şöyle demiş: “Bizim 13 milyon dolarlık futbolcumuz yok ama biz bir takımız!” Bu konuşmaların yapıldığı dönemde Fenerbahçe mağlubiyetsiz lider, ligin en çok gol atan, en az gol yiyen takımı. Meslek yaşantımın önemli bölümünü “yönetici” olarak geçirdim. Eğer bir yönetici kendi işiyle ilgilenmiyor, başkalarının ne yaptığıyla daha çok meşgul oluyorsa, bizim sektörde yok olup gidiyor. Spor yöneticilerine de bunu öneriyorum. Kendi işinizle ilgilenin, onu düzgün yapın.