Aşk romanları olmasa, aşk bilinemezdi” başlığını taşıyan bir yazı yazmıştım, aylar önce.. La Rocheffoucauld’un bir sözüydü bu..
Edebiyatın bir katalizör olarak aşkı görülür, hissedilir ve etkin kılıcı bir işlevi olduğundan söz etmiştim.
Geçenlerde okuduğum bir kitapta da (A. Kirsch, Aşkın Anatomisi, Say Yayınları, Çeviren: Mehmet Harmancı) D’Arcy’nin bir sözünün altını çizmişim: “Bütün edebiyatta aşka rastlanır. Ama geçici bir olay olarak değil, edebiyatın özü olarak ve şaşırtacak kadar değişik biçimlerde..”
Hasan Öztoprak’ın “ilk romanı” diye tanıtılan ve gazetelerde edebi değerinden çok, yazarın yine bir yazar olan hanım ile yaşadığı aşk ilişkisini anlatışı nedeniyle sansasyon yaratan “İmkânsız Aşk” isimli kitabıyla ilgili gelişmeleri izlerken D’Arcy’nin bu sözünü hatırladım.
İmkânsız ve şaşırtan aşk!
Gerçekten de edebiyat, aşk konusunu işlerken “insanı şaşırtabiliyor”..
Şaşırmamın nedeni bir yazarın, yaşadığı bir aşktan etkilenerek bir roman yazmış olması değil elbette.
Bundan daha doğal bir şey olamaz da zaten. Evet, aşk romanı yazmak için mutlaka âşık olmak gerekmez ama bir kere âşık olmuş bir yazarın, eserini yaratırken yaşadıklarını silip bir kenara atmasının da mümkün olamayacağını düşünüyorum.
Bu açıdan bakınca da Öztoprak’ın yaptığının normal olduğunu düşünmek mümkün.
Anormal olan, Öztoprak’ın bu roman ile ilgili olarak yayımlanan haberlerdeki tutumudur diye düşünüyorum.
Eğer böyle bir tutum sergilenmemiş olsaydı hepimiz İmkânsız Aşk’ı salt bir “ilk roman” olarak okuyacak, değerlendirmelerimizi de buna göre yapacaktık. Belki beğenecektik, belki eleştirecektik ama romanın kahramanı olarak teşhir edilen yazar hanımın varlığından haberdar olmayacaktık. Yazar, bunun kendisi için bir hesaplaşma olduğunu söylemiş olsa bile, bunun o yazar hanımdan alınacak bir intikamın aracı olduğunu düşünmeyecektik.
Hiç ‘erkekçe’ değil
Şaşırdığım şey budur: Bir erkeğin, yaşamının bir döneminde âşık olduğu, onun için her şeyi göze aldığı bir kadını teşhir etmesi, aşağılaması bana hiç de “erkekçe” bir davranış olarak gelmiyor.
Şövalyelerin tarihin sayfalarında kaldığını biliyorum. Ama her erkeğin, âşık olduğu kadın söz konusu olduğunda biraz “şövalye ruhu” taşıması gerektiğinde de ısrarlıyım. Bu aşk erkeği ne kadar yıpratmış, üzmüş olsa da…
Yaşadıkları ilişkileri bitpazarına düşmüş mallar gibi ortalığa saçma alışkanlığının sadece “televole” kahramanlarına özgü olduğunu düşünürdüm, demek ki yanılıyormuşum.
Belki de yanılmıyorum.. Demek ki bütün toplumumuzu eline geçirmiş olan lümpenleşme hiç ummadığımız yerlere kadar sızabilmeyi de başarmış..
Ne ilk, ne de son…
Öztoprak aslına bakarsanız Türk romanında bu açıdan bir “ilk” teşkil etmiyor. Başka örneklerinin de bulunduğunu biliyoruz. Ben bilmiyorum ama eminim dünya edebiyatında da bunun sayısız örneği vardır.
Bir erkek ya da kadınla yaşadığı aşk ilişkisi sona eren herkes de böyle davranmıyor elbette. Ama, yaşadıkları ilişkinin hemen ardından o kişinin nasıl korkunç bir “yaratık” olduğunu anlatmaya, şikâyetler savurmaya başlayanlara söyleyecek birkaç sözüm de var..
Her sevgili bir aynadır!
Gasset, “Sevgililerini seçişleriyle erkekler de, kadınlar da temel yaradılışlarını ortaya koyarlar. Yeğlediğimiz insan tipi, kendi yüreğimizin çizgilerini taşıyan kişidir” diyor.
İnsanların âşık oldukları kişide aslında kendi yansımalarını bulduklarını söyleyen birçok psikolog var.
Biten aşklarının ardından şikâyet eden arkadaşlarıma da yine Gasset’ten uyarladığım şu sözü söylerim: “Ya o kadın sandığın kadar kötü biri değil, ya da sen sandığım kadar seçkin bir kişi değilsin.”