Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

İki fotoğraf ve utanma duygusu…

Meslek yaşamımın üçte ikisini dergi ve gazete yöneticisi olarak geçirdim. Bir süredir bir yayının “yayıncı” olarak sorumluluğunu taşımayan bir gazeteci olarak burada, yaygın tabirle “köşemde ahkam kesiyorum”.

Cumartesi sabahı erken saatlerde Kuşadası’ndaki alçak saldırı ile ilgili haberleri televizyonda izlerken, bir yandan da gazetelerde nasıl bir koşuşturma yaşandığını gözümün önüne getirmeye çalıştım.
Bir gazete yöneticisi için en zor şey bu türden “terör” saldırılarını gazetenin sayfalarına nasıl aktarabileceğine karar vermektir.

Yönetici arada kalır…
Gazete yöneticisi olayın haber olarak değeri ile olası toplumsal etkileri arasında sıkışır..
Ve bu konuda sadece bizde değil, dünyanın belli başlı gazetelerinde de aynı tutum izlenir: Haber öyle verilmeli ki, teröristler amaçlarına ulaşamasınlar.
Terörün amacı açıktır: Terörist saldırıyı planlayan ve uygulayanlar bunun kamuoyunda büyük yankı yaratmasını umarlar.
Böylece güçlü olduklarını göstermek isterler. Yarattıkları korku ve dehşet ortamında, kendi yaşam anlayışlarını topluma dikte edebileceklerini ümit ederler.
Bizim gibi ülkelerde, turistik yörelerde yapılan bu tür saldırıların amaçlarından biri de ülkenin ekonomisine darbe vurmaktır.
Teröristler bu tür saldırıların turizmi baltalayacağını, turisti korkutup kaçıracağını ve böylece ülkenin ekonomik bakımdan sıkıntıya girebileceğini hesaplarlar.
Onların eylemlerini gazetelerde ya da televizyonlarda büyütmek, aynı zamanda korkuyu da büyütmek anlamına gelir ki bu da zaten terörün amacına bilmeden de olsa hizmet etmek anlamına gelir.

Gürültü koparamadılar
Nitekim Kuşadası’ndaki hain saldırı, Türk basınının belli başlı kuruluşlarınca bu kaygıyla değerlendirildi. Teröre alet olma endişesi, yapılan haber değerlendirmelerine yansıdı ve teröristler umdukları kadar büyük bir gürültü koparamadılar.
Gazete ve televizyonların haber merkezlerini yöneten gazeteciler bu konudaki sorumluluklarını yerine getirdiler ve başarılı bir sınav verdiler.
Sanıyorum ben de onlarla aynı konumda olsam, daha farklı davranmazdım.

İkizi gibiydi…
Ama yazımın başında da belirttiğim gibi bu köşede “ahkam kesme hakkım” da işimizin doğası gereği bende saklı.
Saldırının hemen ertesinde gazetelere gelen fotoğraflardan birinde minibüsün patlamadan sonraki hali görülüyordu. Tepesi tamamen havaya uçmuş minibüsün yanında yaralı olduğu anlaşılan bir kişiye yardım etmeyen çalışan insanlar, patlamanın şiddetiyle etrafa saçılmış eşyalar..
Bu fotoğraf, Londra’daki saldırıdan sonra çekilen bir fotoğrafın ikizi gibiydi.

Gözlerine sokmak gerek!
Aradaki tek fark orada tepesi uçmuş kırmızı bir otobüs vardı, burada tepesi uçan araç beyaz bir minibüstü..
Her iki fotoğrafı yan yana kocaman yayımlayıp başta BBC yöneticileri olmak üzere, Türkiye’de olan bitenlere bir türlü “terör” demeye dilleri varmayanların gözlerine sokmak isterdim!
Belki bu fotoğrafı görünce Amerikalılar da utanırlardı!

Utanmayabilirler mi?
Ve her iki araçtaki kurbanların fotoğraflarını da yan yana basardım..
Londra’da sabah işine, okuluna giden masum insanlarla, Türkiye’nin küçücük bir kentinde sabah işe giden masum insanların fotoğraflarını..
Gelecekte nasıl bir felaketle karşılaşacaklarını bilmeden çektirdikleri, şimdi bize hüzünlü gelen bir tebessümle ve soran gözlerle bakan fotoğrafları..
Belki bu fotoğraflardaki kurbanların aralarında hiçbir fark olmadığını, hepsinin aslında birbirine benzer insanlar olduğunu görünce Belçikalılar, Almanlar, Polonyalılar, Fransızlar, İtalyanlar da utanırlardı..
Kim bilir, belki de utanmazlardı…