Geçen hafta Amerika’daydım. Orada olduğum sırada gazetelerin birinci sayfalarında ve televizyonların haber bültenlerinde en önemli haber, homoseksüel olduğunu resmen açıklayan bir evangelist rahibin piskopos seçilmesiyle ilgiliydi.
Muhafazakârlıklarıyla bilinen evangelistler günler süren toplantılar sonunda homoseksüel rahibin, piskoposluğunu onayladılar.
Kararın açıklanmasından sonra gazetelerde yayımlanan bir fotoğraf dikkatimi çekti. Homoseksüel piskopos, erkek arkadaşı ve piskoposun kızı sevinç içinde birbirlerine sarılmışlardı..
Bizim toplumsal kültürümüz içinde yetişen herkes gibi beni de şaşırtan ve anlamakta zorlandığım bir tabloydu bu..
Aslına bakarsanız, söz konusu piskopos kilisenin tarihi boyunca gördüğü ilk homoseksüel de değildi.
Yapılan tek şey evangelist kilisesinin, kafasını kumdan çıkarmasından ibaretti. Bundan önce yok saydığı, görmezden geldiği bir kesimi, daha fazla yok sayamayacağını gören kilisenin, modern bir yorumu tercih etmesiydi..
Direnen, kaybeder
Amerika’nın toplumsal yaşamında kamusal kişiliklerin yalan söylemesi pek hoş karşılanmıyor. Clinton’un başına, sırf en başta yalan söylediği için neler geldiğini hepimiz hatırlıyoruz.
Bu açıdan bakınca da, çıkıp dürüstçe kendi kimliğini ortaya koyan bir rahibin bu kavgadan galibiyetle çıkması da sürpriz değildi.
Evangelist kilisesinin açtığı bu yolun yakın bir geçmişte öteki kiliselere de sirayet edebileceğini düşünmek için çok neden var. Homoseksüellik de bugünkü toplumsal yaşamımızın bir gerçeği ve bunu yok sayanlar, kendilerini bu gerçeğe göre yeniden örgütleyebilenler karşısında kaybetmeye mahkûmlar.
Gazetelerde piskopos seçimi ile ilgili haberlere ve karikatürlere bakarken İslamiyetin geleceği üzerine yapılan tartışmaları da hatırladım.
Dünya hızla değişiyor. İnsan ilişkileri, insanların toplumla ve devletle ilişkileri yeni boyutlar kazanıyor.
İslam toplumları bu değişime ayak uydurmakta zorlanıyorlar.
Görev Türk aydınının
Dünyanın birçok yöresinde refah düzeyi hızla yükselirken, islamiyetin egemen olduğu birçok toplum iç burkan bir fakirlik içinde yaşıyor.
Bunun sorumlusunun sadece İslam dini olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hayır, elbette bunu söyleyemeyiz.
Ancak, İslamın modern çağın ihtiyaçlarına yanıt veren bir yorumunun yapılmasında karşılaşılan güçlüklerin, bağnazlık ve yobazlığın bu geri kalmışlıkta önemli bir payı olduğu da gerçek.
Türkiye’nin demokratik düzeyinin bugün ulaştığı boyutları beğenmiyor olabiliriz. Ama bu yetersiz demokrasimizin bile birçok İslam ülkesi halkı için bir “rüya” olduğu gerçeğini de aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
Ve bugün laik demokrasimizin ulaştığı boyut, İslam ile ilgilenen, bu konuda çalışan Türk aydınlarına, başka İslam ülkeleri aydınlarının yerine getiremeyecekleri bir görevi de yüklüyor.
O da İslamiyette modern çağın ihtiyaçlarına yanıt arayacak bir reform hareketinin fikri temellerinin ancak bu ülke aydınlarınca gerçekleştirilebileceğidir.