Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Kafamızdaki duvarları kıralım, bize yeter!

 1994 ekonomik krizinin ilk günleriydi. O tarihte çalıştığım gazetenin İcra Kurulu toplantısında, gazetenin küçük ortağı şöyle demişti: “Korkmayın, ben Harvard’da kriz yönetimi okudum. Neler yapılacağını biliyorum.”

Toplantıdaki diğer arkadaşlarla tebessüm ettiğimizi hatırlıyorum.
Neredeyse bütün iş yaşamını kriz ortamında şirket yöneterek geçirmiş insanlar olarak, kişisel deneyimlerimizle Harvard’da rahatlıkla doktora yapabilecek durumdaydık.
Yaşadığımız ekonomik krizler hepimize zor şartlar altında nasıl iş yapmaya devam edilebileceğini öğretti.
Reel faizlerin yüzde 30’ları bulduğu, enflasyonun ortalama yüzde 80’lerde seyrettiği bir ülkede, iyi yönetilen şirketlerin ayakta kalmayı başarabildiğini, kriz dönemi atlatıldıktan sonra da büyümeye devam edebildiklerini gördük.

Türkiye ‘yalnız’ değil
Bugün içinde bulunduğumuz umutsuz tabloya bakıp, karamsarlığa kapılanlara şunu söylemek istiyorum: Öyle zor şartlarda yaşamaya ve ayakta durmaya alıştık ki artık gerçek sermayemiz de bu bilgi oldu.
Birçok kişinin karamsar olmasının ardında Avrupa Birliği’ne üyelik konusunun artık bir “hayal”e dönüştüğü, “tek dostumuz” ABD’yi küstürdüğümüz gibi düşünceler var.
Bu tablo nedeniyle karamsarlığa kapılmanın bir tür aşağılık kompleksi olduğunu da düşünmüyor değilim.
Kızım büyürken okuduğum çocuk eğitimi kitaplarında, çocukların önemli bölümünün “yalnız kalmak, terk edilmek” gibi, aslında çoğu kez objektif temeli de olmayan bir anlamsız korku içinde depresyona girebildiklerini okumuştum.
Bugün bazı çevrelere hâkim olan bu korkuyu, bu çocuk hastalığına benzetiyorum.
Çağımızın “küreselleşmiş” dünyasında mutlak yalnızlık diye bir durum olmayacağını artık görmemiz gerekiyor.
Dün Cem Boyner ile sohbet ederken, işi “perakendecilik” olan bir girişimcinin nasıl olup da Türkiye gibi krizlerle sık sık karşılaşan bir ülkede ayakta kalmaya devam edebildiğini de konuştuk.

‘Global’ Türk çok
Boyner, sadece Türkiye’de iş yapmanın riskini, başka ülkelerde de mağazalar açarak dağıtmaya çalıştıklarını anlattı. Yakında Çarşı ya da Beymen mağazalarını başka ülkelerde de göreceğimizi söyledi.
Aslına bakarsanız yaşadığımız krizlerden sonra, Türkiye’nin dışında da bir dünya olduğunu ve orada da iş yapılabileceğini anlayan birçok şirketimiz var.
Efes Pilsen yurtdışında birçok fabrikanın sahibi oldu, birçok ülkede artık yerel markalara bile sahip. Otomotiv sektörümüz ürettiğinin büyük bölümünü artık yurtdışında satıyor. Arçelik, Beko ve Vestel gibi dev şirketlerimizin artık yerel bir marka olmaktan çıktığını, yurtdışında da üretim yapmak için fabrikalar almaya çalıştıklarını biliyoruz. İstikbal Mobilya, New Jersey’deki mağazasında burada ürettiği yatakları ve koltuk takımlarını satabiliyor. Silk & Cashmere ve Mavi Jeans’in başarıları yabancı gazetelerde adeta tefrika ediliyor.

Yardım değil vizyon gerek
Bunlar ilk elde hatırlayabildiklerim. Daha böyle yüzlerce girişimci, yurtdışında mal üretiyor ya da sadece yurtdışındaki pazarlar için üretim yapıyor.
Ve bütün bunlar ilk bakışta dünyadan tecrit olmaya doğru giden, krizlerle çalkalanan, enflasyonu düşüremeyen, yüksek faizlerle iş yapmak zorunda kalınan bir ülkede gerçekleşiyor.
Bunlar gösteriyor ki bizim asıl yalnızlığımız AB’de ya da ABD ile ilişkilerimizde değil, sadece kendi kafamızın içinde..
Kendimizi sınırlayan çemberimizi kırmayı başarabildiğimiz ölçüde bundan eser kalmayacak.
Hepimizin ezberlerimizi değiştirmemiz gerekiyor.
Kıbrıs’tan tutun da, demokrasi ve insan haklarına kadar bugüne değin ezberlediğimiz ve onun yarattığı korkunun esiri olduğumuz düşünce zincirlerini kırmamız gerekiyor.
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey onun ya da bunun yapacağı şu kadar milyar dolarlık yardım değil, yeni bir kalkınma vizyonudur..