Mustafa Kemal, Harbiye’de okumak için İstanbul vapuruna binerken, Selanik’teki son dakikalarında geride bıraktığı aşkı Emine’ye şu satırları yazıp yollamıştı:
“Bu dakika vapurla gidiyorum. Bu an-ı meş’um (kötü an) bize kan ağlatacak. Bendeniz sizi unutmayacağıma vicdanen yemin eder, sizden de aynı vefayı beklerim. Allah’a ısmarladık.” (Hakan İnce, Aşk Hep Vardı-Tutkulu Satırlar. KaraKutu Yayınları.)
Üç yılmış, beş yılmış…
Bundan sonrasını bazı küçük detaylar dışında biliyoruz. Emine’yi unutup unutmadığını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz ama, Mustafa Kemal’in yaşamının ilerleyen yıllarında başka kadınlara da aşık olduğunu biliyoruz. Tutkulu, fırtınalı, bazıları acı bir sonla biten aşklar…
Leyla ve Mecnun’u, Ferhat ile Şirin’i, Romeo ile Juliet’i hesaba katmıyorum. Biliyoruz ki birçok aşk, verilen onca söze, edilen onca yemine rağmen bitebiliyor. Sadece zaman zaman acı bir tebessümle hatırlanan geçmiş aşklar..
Bunlara bakarak aşka “üç yıldır – yok hayır beş yıldır” gibisinden ömür biçenler de var.
Biraz belki geri kafalı sayılabilirim bu konuda.. Ben aşka ömür biçenlere katılamıyorum. Ölümsüz aşkın var olduğunu, gerçek ruh ikizini bulduğu zaman aşkın hiç bitmeyeceğine inanıyorum.
Eğer zaman içinde bitiyorsa, hissedilen şeyin aşk değil bir başka şey olduğunu düşünüyorum. Artık adına ister tutku deyin, ister şehvet.. Ama aşk değil kesinlikle..
Neden bir tek kalp?
Geçenlerde internette e-posta zincirlerinde dolaşan bir e-kart gördüm. Tanrının insanlara neden bir kalp verdiğini sorgulayan..
Şöyle diyordu: Tanrı insanlara iki el verdi dokunmak için.. İki göz verdi görmek için.. İki kulak verdi duymak için.. İki ayak verdi yürümek için.. Neden tek kalp verdi?
Yanıtı ise şöyle: Tanrı diğer kalbi bir başkasına verdi, gidip bulabilmeniz için..
İşte bunu başardığınız zaman, yani kalbinizin gerçek ikizini bulabildiğiniz zaman aşkın hiç bitmeyeceğine inanıyorum.
Sorun galiba daha çok “gerçek aşkın” ne olduğu konusunda ortak bir fikir geliştirilememiş olmasında.
Böyle bir tanım yapamadığımız için aslında aşk olmayan bazı duyguları da aşkmış gibi yaşayabiliyoruz.
Ah o mektuplar..
Goethe, kendisinden yedi yaş büyük, evli, yedi çocuk annesi Charlotte’a öylesine vurulmuştu ki ona yazdığı aşk mektuplarının sayısı bin beşyüzü geçiyordu.
Bütün “aşk”ını topu topu 150 karakterlik SMS’ler ile anlatabilen bir insanın aşkı ile, Goethe’ninkine aynı ismi verebilir miyiz?
Ya da Simone de Beauvoir ile Nelson Algren’in aşkı ile kendinizinkini kıyaslayabilir misiniz?
Beauvoir ile Algren, 1947 yılının şubat ayında Şikago’da tanıştılar.
23 Şubat 1947 günü Kaliforniya’ya giden trende Beauvoir, Algren’e ilk mektubunu yazdı. “Sevgili Nelson Algren” diye başlayıp, “Hoşçakal veya elveda. Emin ol, Şikago’da geçirdiğim bu iki günü unutmayacağım, yani seni” diye biten mektubu..
Yıllar iki aşığın kavuşmalarıyla, ayrılmalarıyla geçer.. Beauvoir’in yaşamına başka erkekler girer, Algren’in yaşamına başka kadınlar.. Hatta Algren bir ara eski karısıyla yeniden evlenir.. Taa 1964 yılına kadar.. Bu tarihten sonra artık bir daha görüşüp, haberleşmediklerini biliyoruz. Ama 14 Nisan 1986’da, Algren’in ölümünden tam beş yıl sonra Beauvoir, parmağında Algren’in yüzüğüyle gömülür.. (Bu büyük aşkın mektuplarda yaşayan inanılmaz öyküsünü okumak isterseniz: Simone De Beauvoir, Aşk Mektupları, Gendaş Kültür Yayınları.)
Yamalı sevdalar..
Yani diyeceğim o ki “aşk vaar, aşk var”..
Kimisi kış güneşi gibi aldatıcıdır. Yanlış zamanlarda, yanlış insanlarla yaşanır.. Şarkıdaki gibi “yamalı bir sevda”dır bu..
Kimisi de gerçek aşktır.. Arayarak bulamazsınız, o gelir sizi bulur. Geldiğinde de onun gerçek aşk olduğunu hissedersiniz, başka bir şeyle karıştırmazsınız.
Yakıp, yıksa da, ezip geçse de, yaşamları parçalasa ve bir sürü acıya mal olsa da onu yaşamak gerekir.. Ölene kadar, tadını çıkara çıkara…