Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’nın “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” nedeniyle vereceği davetin yol açtığı siyasal kriz, Türkiye’de olması gerektiği gibi gelişti: Kimse kimseyi dinlemeye çalışmadı, kimse kimseyi anlamadı..
Dün konuyla ilgili olarak yazdığım yazı da bu nedenle tam da beklediğim tepkileri aldı: Bir tarafta “bravo”lar, diğer tarafta “yuh”larla.. Arası yoktu.
Bazı okuyucular, özel yaşamlarında türban takan kadınları savunduğum için, “büyük tehlikeyi görememek”le suçladılar. Türban takan hanımların sayısındaki artışın yarattığı tehlikeyi göremediğimi iddia etiler..
Türban niye arttı?
Herkes gibi ben de türban takan kadınların sayısındaki artışın farkındayım.
“Düşünmek” ve kararlarımızı ondan sonra vermek pek ulusal özelliğimiz sayılmaz. Genellikle olaylara basit bir “taraftarlık” gözlüğüyle bakar, önyargılarımızın esiri olur ve bunları da mutlak doğrular olarak kabul ederiz. Ama yine de herkesi bunun nedenleri üzerine düşünmeye davet etmek istiyorum..
Türban takan kadınların sayısı neden arttı?
İddia edildiği gibi bu artış sadece laiklik karşıtı bilinçli bir siyasetin sonucu mudur? Türban takan kadınların tümü, laiklik karşıtı bir düşüncenin savunucusu mudur? Yoksa bu bireysel özgürlükler ile mi ilgilidir? Bunu düşünmek zorundayız.
Hepsi mi antilaik?
Kişisel olarak türban takan kadınların tümünün laiklik karşıtı olduğunu düşünmediğim gibi, günlük yaşamında İslami kurallara uymak için özel çaba sarf eden herkesin de laiklik karşıtı olduğuna inanmıyorum.
Evet, içlerinde laik düzenin sürmesinden mutlu olmayan, bir tür şeriat devleti isteyenler de vardır. Ama bu kitle içindeki ezici çoğunluğun derdinin, bu olmadığının da farkındayım.
Merkezi otoriter devlete ve onun bireyin tercihlerini yok sayarak kendi hegemonik yaklaşımını dayatmasına karşı kişinin kendine özgü bir alan yaratma çabasının, bu süreci hızlandırdığını düşünüyorum.
Özeli koruma arzusu
Türkiye’de siyasal İslam’ın temelinde bir “kimlik arayışı” olgusunun da bulunduğunu görmek gerekiyor. İslami kimliğini toplumsal alana taşıyarak, yani onu siyasallaştırarak özel alanını geliştirme çabası..
Merkezi otorite, devlet, bu özel kişisel alanı baskı altında tutmaya devam ettiği sürece bu çaba sürecektir. Sürmekle de kalmayacak, şeriatı bir toplumsal yaşam biçimi olarak dayatmak isteyecek siyasi odaklara da hareket etmek ve gelişmek için verimli bir zemin yaratacaktır.
Türbana ve yarattığı soruna bir “kişisel özgürlükler sorunu” olarak bakıyor olmamın gerisinde bu düşünce yatıyor.
Kamusal alan – özel alan ayrımı da bu nedenle önem kazanıyor.
O ilişki özel
Birçok kişi, TBMM Başkanı’nın eşinin “kamu kişisi” olduğunu düşünüyor. TBMM’nin bir kamusal alan olduğunu savunuyor.
Evet, TBMM Başkanı kamusal alanda hizmet görür, bir kamu kişiliğidir.
Hayır, TBMM Başkanı’nın eşi bir kamu kişiliği değildir. Onun orada bulunuyor olması sadece TBMM Başkanı ile “özel” ilişkisinden kaynaklanıyor.
Benim kamusal alan-özel alan ayrımım, sadece kamu hizmetinin görülmesi ile ilgili. Bir kişi kamu hizmeti görüyorsa, kamu adına herkese eşit olarak hizmet etmesi gerekir ve onun “kamusal alanda” olduğunu kabul ederim. Eğer kişi, kamu hizmetinden yararlanma durumundaysa, onun durumu da “özel alan” içinde tarif edilebilir.
Gerçeği görelim
Örnekle açayım: Devlet hastanesinde hizmet gören bir doktor kamu kişisidir. Sadece bilgisiyle değil, kılığı kıyafetiyle de bu hizmeti herkese eşit olarak dağıtabileceğini göstermesi gerekir. Ama o hastanede tedavi hizmetinden yararlanan bir hasta kamu kişiliği değildir, onun kılık kıyafetine karışamazsınız. İsteyen türban takar, isteyen mini etek, blucin pantolon giyer..
Türkiye bu sorunu aşmak zorunda. Sorunu aşabilmek için de önce gerçekle yüzleşmek gerekir. Hoşumuza gitse de, gitmese de Türkiye’de türban takan milyonlarca kadın var. Hoşumuza gitse de, gitmese de Türkiye’de başını şu ya da bu örtüyle örtmek istemeyen milyonlarca kadın da var..
Önemli olan kimsenin kimseye kendi yaşam anlayışını dikte etmeye çalışmamasıdır.
Kafalarımızın içindeki duvarları yıkmazsak, 18, 19 ve 20. yüzyılları kaybettiğimiz gibi 21. yüzyılı da kaybedeceğiz.