Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgârına
Usame bin Ladin’in nasıl bir bombanın fitilini ateşlediğini bizim hükümetin anlayabilmesi için demek ki aradan 30 gün geçmesi gerekiyormuş. Eskilerin “sürati intikal” dedikleri bu olsa gerek!
11 Eylül’den sonra dünyanın düzeninin nasıl değişebileceğini algılamakta derin güçlüklere yol açan vizyonsuzluk…
Ateş bütün dünyayı sarma eğilimi gösterirken bundan uzakta kalabileceğini düşünebilen bir saflık…
Masanın gerçek oyuncularından biri olmak yerine, bir parmak hareketiyle olayların içine itiliveren bir piyon olmaya razı teslimiyetçilik…
“Lütfen Saddam’a dokunmayın”a indirgenmiş dış politika..
Bir aylık ‘hükümet icraatı’nın kısa özeti bunlar.
Bir biz konuşmuyoruz!
Dün Yorgo Papandreu (ki kendisi Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı oluyor) İstanbul’a, Fener Patrikhanesi’ne kısa bir gezi yaptı.
“Dini kullanmaya çalışanları dışlamamız, özellikle terörizm için destek verenleri kınamamız gerekiyor. Terör, demokratik kurum ve kuruluşlarımızın işleyişini doğrudan etkileyen bir olaydır. Bu yüzden uluslararası bir komite kurarak terörizm karşıtı bir kampanya oluşturmalıyız. Bu kampanya, bir öncülük olacaktır. Etik, ahlak, ruh liderliği olacaktır. Ortodoks dünyasının lideri Bartholomeos ile bu konuları konuşmaya geldim. Türkiye hem İslam, hem Ortodoks dünyası için önemli bir ülke” dedi.
Dört gün önce Eduard Şevardnadze (O da komşu Gürcistan’ın Devlet Başkanı) Washington’da bir konuşma yaptı.
Gelişen yeni dünya dengeleri içinde Türkiye’nin konumunun ne kadar önemli olduğunu anlattı.
“Gürcistan, Rusya’nın stratejik bölgesinin güney kanadı değil, Türkiye ve NATO’nun stratejik çıkarlarının, Türkiye ve İsrail’den Orta Asya’ya uzanacak şekilde kuzey kanadıdır” dedi.
Öyle bir filo ki…
Bugüne kadar hiç gazete okumamış ve kimin kim olduğunu bilmeyen birisi rahatlıkla ikisinin de Türkiye adına konuşan sözcüler olduğunu düşünebilirdi.
Onlar bu konuşmaları ve temasları yaparlarken bizimkiler gazetelerde çıkan ve hepsinin doğru olduğu iki gün içinde kanıtlanan haberleri yalanlamakla meşguldüler.
Kimse Türkiye’den bir istekte bulunmamıştı, ama nedense bir general komutasındaki irtibat birliğinin Amerika’ya gönderilmesi gerekmişti!
Kimse Türkiye’den askeri harekâtla ilgili bir hazırlık istememişti ama TBMM’den asker kullanma izni almak gerekiyordu!
Bunu nasıl yorumlamalıyız? Hükümetin kendini rüzgâra kaptırdığı ve aslında hiçbir şeyi yönetemediği sonucunu mu çıkarmalıyız, yoksa gerçek düşüncelerini kendi halkından saklamak yönünde olağanüstü bir başarı gösterdiği sonucuna mı varmalıyız?
Aklıma “Öyle bir filo ki, görse şaşar Anibal” diye başlayan şiir geliyor. İkinci mısrayı söylemeye ne dilim varıyor, ne de yazmaya elim…