Katolik kardinali olmadığım için Arınç'ın değiştiğine inanmıyorum
Değiştim demek, söylendiği kadar kolay bir şey değil. Elbette, estetik operasyonlarla yapılan “değişikliklerden” söz etmiyorum.
Sözünü ettiğim, bizi biz yapan, toplum içindeki duruşumuzu ve konumumuzu belirleyen “şey”deki değişiklik… Genel bir tanımlamayla dünya görüşlerimizdeki değişiklik…
Zaman içinde evrende her şeyin değiştiğine inanıyorum elbette.
Ama dünya görüşlerimizdeki, yaşamı algılama biçimlerimizdeki tutumlarımızın değişmesinin o kadar kolay olmadığını da görüyorum.
Bunu kendimden de biliyorum..
Yola çıkılan nokta
Zaman içinde düşüncelerim, yaşamı algılama şeklim, dünya görüşüm ne kadar evrilmiş olursa olsun, sonunda kendisine referans olarak, “yola çıktığım” noktayı alıyor.
Sadece kendimde değil, yakın arkadaş çevremde de gözlemlediğim bir durum bu…
Aynı durumun yakın bir geçmişte kendisine İslamı referans alarak siyaset yapan, dünyayı ve insan ilişkilerini o pencereden bakarak tanımlayan bir kısım siyasetçide geçerli olmaması için bir neden yok.
Geçenlerde göreve başlayan yeni Papa 16. Benediktus’un “tahta çıkışıyla” ilgili haberleri okurken ilginç bir şeye rastladım.
16. Benediktus, seçilmesinin ardından Vatikan’daki ünlü balkona çıkıp halkı selamlarken kollarını kaldırmış..
Seçiminde rol oynayan kardinallerden birisi, daha sonra bir gazeteciye bu sahneyi anlatırken, onun bu halini görkemli bir kuşun yükselişine benzetiyor. “Bu tipik bir papa hareketiydi, ama asla tipik bir Kardinal Ratzinger hareketi değildi” diyor ve ekliyor: “Biliyorsunuz, biz kudretin görevle geldiğine inanıyoruz.”
Değişim için özeleştiri şart
Bir Katolik kardinali olmadığım için ben insanların getirildikleri, seçildikleri görevlerle değişebileceklerine inanmıyorum.
Bu nedenle başta TBMM Başkanı Bülent Arınç olmak üzere bir kısım siyasetçinin de sırf o görevlere getirildikleri, seçildikleri için değişebileceklerine de inanmıyorum.
Bu türden bir ciddi değişikliğin ancak çok ciddi bir özeleştiriyle birlikte olması gerektiğini düşünürüm.
Özeleştiri yapmak demek, ortalığa çıkıp “Bakın, ben eskiden şu hataları yaptım, artık yapmayacağım”dan ibaret bir şey değil çünkü..
Özeleştirinin geçerliliği ve inandırıcılığı yeni fikirleri ne kadar içselleştirmiş olabileceğinizle ilişkili…
Eğer o yeni fikirleri yeteri kadar içselleştirmediyseniz, günün birinde çok basit bir tartışmada bile düşüncelerinizin sizi tekrar “eski siz” haline getirdiğini görmeniz kaçınılmaz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’nın, Anayasa Mahkemesi ve o mahkemenin bizim anayasal rejimimiz içindeki yeri hakkında ifade ettiği görüşlerin bende uyandırdığı etki bu…
Kullanılan kelimeler
TBMM Başkanı’nın, bir politikacı ve seçilmiş bir yönetici olarak Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş ve görev yapma usullerinin değiştirilebileceğinden, değiştirilmesi gerektiğinden söz etmesinde yadırganacak bir durum yok elbette…
Ancak, TBMM Başkanı, bu düşüncelerini ifade etmeye çalışırken öyle kelimeler kullanıyor, öyle cümleler kuruyor ki, anayasal demokratik rejimin özüyle ilgili düşüncelerini de açığa vuruyor.
Gereksiz bir gerilim
Bugün bir demokrasi ile totaliter rejim arasındaki en önemli farklardan birini yaratan “güçler ayrılığı” ilkesinin özüne yönelik sözler kullanabiliyor.
Ve bu, geçmişte söyledikleriyle bir araya gelince, olduğuna asla inanmak istemediğim malum “gizli ajanda” teraneleri yine ortaya çıkıyor, gereksiz bir siyasi gerilim asıl sorunları konuşmamızı, tartışmamızı engelliyor.