İki bin yıl önce Terentius şöyle söylemişti: “İnsanım, insanca olan hiçbir şey bana yabancı olamaz.”
Bu sözü kendim için bir yaşam mottosu haline getirdim. Neredeyse 20 yıldır insan davranışlarından kaynaklanan hiçbir şeye şaşırmam, hoş görmeye ve anlamaya çalışırım.
Bu yüzden biraz sonra yazacaklarımla kimseyi eleştirip, kırmak gibi bir niyetim yok. Amacım bir eleştiriden çok, durum tespiti yapmak aslında. Elbette bir gazete köşesinin elverdiği uzunluk ve derinlikte olabilir bu…
Eminim toplumsal davranışlar ve kültür ile ilgili seçkin bilim adamlarımızın bu konuda söyleyecek çok daha fazla sözü olabilir. Ben bir gazetecinin haddini aşmamaya çalışacağım.
Alışıldık manzara…
Önceki gece Aydın Doğan Vakfı’nın düzenlediği 18. Uluslararası Karikatür Yarışması’nın ödül törenindeydim. Bu aynı zamanda dünyanın en büyük karikatür yarışması. Bu yılki yarışmaya 94 ülkeden 1436 sanatçı katıldı. İçlerinden 15’i ödüllendirildi.
Ödül töreninde dikkatimi çeken şu oldu: Ödül almak üzere sahneye çağrılan karikatüristlerden yabancı olanların tümü ciddi takım elbiseler içinde ve kravatlıydılar. İçlerinden bir tanesi de smokin giymişti. İki kadın sanatçı da özenle seçilmiş giysiler içindeydiler. Yarışmanın ikincilik ödülünü alan yarışmacı bir Türk’tü. Törene kazakla gelmişti. Başarı ödüllerinden birini alan da yine bir Türk karikatüristti, o da kravat takmadığı bir gömleğin üstünde açık renk bir takım elbise giymişti.
Buna hiç şaşırmadım. Bu biz Türkler için alışıldık bir manzara.
Yurtdışında saygı ifadesi
Düğünlerde damatın papyonla, kaynanaların, kız kardeşlerin tuvaletle dolaştığı bir ortamda konukların bazılarının hırkayla geldiklerini çok görmüşsünüzdür. Ya da ödül törenlerinde… Gazeteler Altın Portakal töreninde kıyafet mecburiyeti konulunca törene gelmekten vazgeçen ödül sahiplerini bile yazdı.
Ya da konser salonlarında… Blucin ve tişörtle klasik müzik dinlemeye gelen, yanında oturan smokinlilere penguen muamelesi yapanları da çok görmüşsünüzdür.
Dünyanın birçok yerinde bu tür törenlerde bulundum. Düğünlere de gittim, doğum günlerinde kadeh de kaldırdım, konserlerde senfonik müziğin nağmeleri arasında hayallere daldım.
Kırgızistan, Gürcistan, Romanya gibi fakir ülkelerde de, ABD, İngiltere, Avusturya gibi zengin ülkelerde de davetlilerin, dinleyicilerin o töreni ya da daveti gerçekleştiren insanlara saygılarını giyimleriyle yansıttıklarını gördüm.
Ucuz da olsa bir takım elbisenin, ipek olmasa da bir kravatın, zarif bir inci kolye (taklit de olabilirdi) ile giyilmiş siyah bir kokteyl giysisinin verdiği mesajı algıladım.
Bizim neden böyle davranmadığımızı çözmeye çalıştım.
Acaba bunun nedeni okul yaşantımız boyunca zorla kravat takmak mecburiyetinde bırakılışımız mıydı? Kravat – ceketin bir tür baskı simgesi olarak algılanması mıydı? Kravatı neden medeniyet yuları diye aşağıladık?
Eylem mi, lumpenlik mi?
Cehennem sıcağında şıkşıkıdım giysiler içinde, ince topuklu ayakkabılar ve çoraplarla dolaşan Kuala Lumpur’lu kadınların da fizyolojik olarak bizlerden bir farkı yok ki… Bizim için sıcak olan hava onlar için de sıcak, onları da terletiyor vs…
Rousseau zenginlere özgü gösterişli yaşam biçimlerinin yoksul insanları çalışmaya ve açlığa mahkûm ettiğini yazmıştı. Shakespeare de toplumsal törenlerin egemen sınıflara meşruiyet kazandırdığını… Acaba bizim bu davranışımızın gerisindeki psikolojik faktör ‘tek dişi kalmış Batı uygarlığına’ karşı hissettiğimiz bir isyan duygusu mu? Sonuç olarak ‘kravat – ceket – tuvalet’ Batı medeniyetinin dünyaya dayattığı bir şey… Bunu reddetmek yabancılaşmaya karşı koyuş mu?
Yoksa en basit yanıt mı? Köylüleşme ve lumpenleşmenin, kentliliği esir alması mı?