Geçtiğimiz hafta çarşamba günü Milliyet’in manşeti şöyleydi: “O cesur adım askerden geldi”…
İsminin açıklanmasını istemeyen yüksek rütbeli bir komutanın bazı gazetecilerle yaptığı konuşmada söylediği bazı sözler bu haberin kaynağını oluşturuyordu.
Bu haber Milliyet’in yanı sıra bazı gazetelerde ve televizyonlarda da yayımlandı.
Dün Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun emriyle yapıldığı öğrenilen bir Genelkurmay açıklaması, ismi haberde belirtilmeyen askeri yetkilinin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt olduğunu ve sözlerinin çarpıtıldığını bildirdi.
İlginç detaylar…
Milliyet, söz konusu haberi yayımlarken sadece “ismi açıklanmayan askeri yetkili” ile yetinmemiş, başka bazı askeri kaynaklardan da haberde belirtilen görüşün ordunun görüşü olup olmadığını çek etmek ihtiyacını hissetmişti… “O cesur adım askerden geldi” manşetinin gerisinde bu istihbarat da vardı.
Bir an için orada bulunan bütün gazetecilerin söylenenleri yanlış anladıklarını ve “çarpıtmanın” bu nedenden kaynaklandığını kabul edelim. Bu durumda bile, bütün gazetecilerin aralarında anlaşmış gibi Rudolf Hess örneğinin verildiğini yazmaları bir başka ilginç detay olarak gazetecilik anılarım içinde yer alacak…
Elbette, “çarpıtılmış bir haber” ile ilgili açıklamanın neden bir hafta beklendikten sonra yapıldığı da ayrı bir konu… Bunu da üzerinde durulmaya değmez bir ayrıntı olarak kabul edelim…
Bu, halkın meselesidir
Genelkurmay’ın son açıklaması, daha önce Genelkurmay Başkanı tarafından çeşitli vesilelerle belirtilen görüşlerde bir değişiklik olmadığını söylüyor.
Bu görüş de bildiğiniz gibi Milliyet dahil birçok yayın organında defalarca yayımlandı: Biz bu olayda tarafız, kararı siyasiler verecek…
Şunu, bu görüşün açıklandığı ilk günden beri yazmak istiyordum, kısmet bugüneymiş: Abdullah Öcalan konusunda taraf olan sadece askerler değil, biz de Türk halkı olarak bu meselenin tarafıyız…
PKK terörünün şehit ettiği, sakat bıraktığı subaylar, askerler, polisler, öğretmenler, hemşireler, kamu görevlileri, aralarında bebeklerin de olduğu sivil yurttaşların tümü bizim canımızdı, kardeşimizdi, annemizdi, babamızdı…
Bu terörü yurtdışındaki bazı odakların da yardımıyla sevk ve idare eden, birçok katliam emrini bizzat veren Abdullah Öcalan’ın cezalandırılması bu halkın meselesidir.
Bu cezanın nasıl infaz edileceği meselesinin de esasen sadece bu halkın meselesi olduğu gibi…
Asıp kahraman mı yapalım?
Tartışma, Abdullah Öcalan’ın cezalandırılıp cezalandırılmaması değil, en şiddetlisini hak ettiği cezanın nasıl çektirilmesi gerektiği konusudur… “En şiddetli ceza” onu asıp belirli bir çevre içinde de olsa kahraman yapmak mı, yoksa ömrünün sonuna kadar tecrit edilmiş bir hücrede süründürmek mi?
Onu asıp kurtulmak mümkün… İdamda ısrarlı olanlar, bunun aynı zamanda Öcalan için de bir kurtuluş olduğunu neden görmek istemiyorlar? Yoksa gerçek amaç Öcalan’ı asmak değil de Türkiye’nin AB vizyonunu tıkamak mı?
Devletin elinde kıskıvrak tutulan Öcalan’ın yerine bu hareketin yeni lideri kim olacak? O nasıl kontrol edilecek? Hangisini tercih etmeliyiz? Elebaşı devletin elinde olan bir terör örgütünü kontrol etmek mi daha kolay, başına kimin geçeceğini bilmediğimiz terör örgütünü kontrol etmek mi?
Bugünkü şartlar altında teröristi idam etmek, Avrupa Birliği’ne tam üyelik görüşmelerinin başlamasının önünde bir engel midir? Türk halkının çıkarı nerededir, idam ve arkasından nasıl gelişeceği belli olmayan bir sürecin içine atılmak mı, yoksa AB’yi imza attığı anlaşmaları uygulamak zorunda bırakmak mı?
Devleti yöneten herkese devlet adamı denmez… Devlet adamı, kendi siyasi intiharı pahasına da olsa zor durumlarda, zor kararları alıp halkının geleceğini kurtarana denir…
İki gün bekleyelim, bakalım Türkiye’de devlet adamı sıfatını gerçekten hak edecek kaç kişi çıkacak?