MİLLİYET

Rahşan Hanım bir yerde hata yapıyor…

 Önceki hafta sonu İstiklal Caddesi’nde yürürken bir grup genç tarafından dağıtılan küçük kitapçıklar dikkatimi çekti.
Hemen onlara doğru yürüyüp bir kitap da ben aldım.

Birinci hamur beyaz kâğıda basılmış ve plastik bir kapakla ciltlenmiş, cebe kolayca girecek büyüklükte, kalınca bir kitaptı. Üzerinde yaldızla basılmış büyük harflerle İncil yazılıydı.
Kitabı bana uzatan genç kız tereddüdümü anlamış olacak ki, “bedava” olduğunu belirtmek ihtiyacını da hissetmişti.
O sırada birlikte olduğum kızıma “Bak” dedim, “Türkiye ne kadar değişti. Bu kitabı beş on sene önce burada dağıtmaya kalksalar, şimdi hepsi bir ekip otosuna doldurulup karakola götürülüyor olurlardı. Hatta belki daha da kötüsü olurdu, bazı kişiler gelip bu gençleri bu kitapları dağıttıkları için dövmeye bile kalkarlardı.”
Kızım “Neden?” diye sordu, “Bu kitapları alırsak Hıristiyan olacağımızdan mı korkarlardı?”
Ecevit’in sözleri
Aldığım kitabı oturduğumuz bir kahvede ayaküstü karıştırdıktan sonra bu olayı da, kızımla konuşmalarımızı da unutmuştum.
Yeniden hatırlamama yol açan şey, Rahşan Ecevit’in dünkü Milliyet’in birinci sayfasında da yer alan açıklamaları oldu.
Rahşan Ecevit, “AB’ye gireceğiz derken dinimiz elden gidiyor. Takkenin üzerine haç geliyor” demişti: “AB modası çıktı. Şimdi ülkemizde kiliseler yer yer apartman katlarına yayıldı. Kimi vatandaşlarımız kâh ikna yoluyla, kâh çıkar sağlanarak Hıristiyan yapılıyor.”
Özgürlüğün sınırı
“Din elden gidiyor” tekerlemesini “Vurun Kahpeye” gibi filmlerde “mürteci”lerden duymaya alışmış bir “Cumhuriyet Çocuğu” olarak ilk tepkim tebessüm etmek oldu.
Ertesi gün öğrendim ki, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de benim gibi tebessümle karşılamış bu konuşmayı..
Ama ikimizin tebessüm etmesinin nedenleri biraz farklı olmalı.
Türkiye, Avrupa Birliği’ne girme görüşmelerine başlayabilmek için ciddi demokratik reformlar yaptı.
Bu reformlar arasında düşünceyi suç olmaktan çıkarmak kadar önemlisi, inanç özgürlüğünün koşullarının yaratılmasıdır.
İnanç özgürlüğü, herkesin inancında ve ibadetinde özgür olması anlamına gelir.
İnanç özgürlüğünün sınırı da bu inancın zor kullanılarak başkalarına benimsetilmesiyle ilgilidir.
Ne sorun, ne değil?
Eğer Hıristiyanlar, Museviler, Müslümanlar ya da başka dinlerin mensupları kendi inançlarını kitap dağıtarak, yazı yazarak, konuşmalar yaparak yaymaya çalışıyorlarsa, bunda devleti ilgilendiren bir yön olamaz.
Bir dini grubun kendi inançlarını bu yolla yaymasından rahatsızlık duyanlar varsa onların neler yapabilecekleri de bellidir: Aynı şekilde kendi inançlarının daha doğru olduğunu savunmak, kitaplar dağıtmak, yazılar yazmak, konuşmalar yapmak…
Bunun dışında bir engelleme kabul edilemez.
Eğer bir inancın mensupları inançlarını yaymak için yasadışı yollar kullanıyorlarsa, şiddete başvuruyorlarsa, inançlarını yaymak için kullandıkları paraları yasadışı yollardan temin ediyorlarsa yapılacak olan bellidir: Güvenlik görevlileri onların bu suçları işlediklerinin delillerini toplarlar, savcılıklara sevk ederler, mahkemeler de inanç özgürlüğünün sınırlarının aşıldığına kanaat getirirse onları cezalandırır.
Amaca tezat…
Rahşan Ecevit’in konuşmasının ilginç bir yönü daha var: Ecevit, bu konuşmayı “laik cumhuriyeti” koruma kaygısıyla yapıyor.
Ve en büyük yanılgıya da burada düşüyor.
Laik devlet, vatandaşlarından kimin, hangi inanca mensup olduğuyla ilgilenmez.
Laik devlet yönetimi, dini inanışların ve davranışların bütünüyle kamu yönetimine hâkim olmaması ile ilgilidir.
Dağıtılan kitaplara inanıp yarın bütün Türkler Hıristiyan olsalar bile, bu laik devletin bir sorunu olamaz.
Laik demokratik devlet, vatandaşlarının düşüncelerinde ve inançlarında özgür olabilmelerinin teminatıdır.