Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi şart mıdır? Açıkça söylemeseler bile bu soruya “şart değildir” yanıtını verecek birçok kişi ve siyasi hareket olduğunu biliyoruz…
Aynı şekilde, Avrupa’da da bazı çevrelerin bu görüşte olduklarını biliyoruz.
Avrupa Birliği’ni bir tür “Hıristiyan değerleri kulübü” olarak gören bu çevreler ile Türkiye’deki AB karşıtlarının tek ortak noktaları bu değil.
Ortak ikinci nokta, Türkiye’deki AB karşıtlarında “Avrupa, Türkiye’den vazgeçemez” şeklinde ifadesini buluyor.
AB’deki Türkiye karşıtları da aynı görüşü büyük ölçüde paylaşıyorlar. Onların da tercihi Avrupa Birliği’nin “içinde” değil, “yanında” yer alan bir Türkiye..
Gümrük Birliği ile zirvesine ulaşan ekonomik işbirliğinin, önemli uluslararası siyasi konularda da sürdürülebileceğinin zaten birçok örneği var.
AB içindeki bu çevreler için Türkiye, Batı çıkarlarının Doğu’daki sınır bekçisi olarak bir değer ifade ediyor. İran ve öteki Arap ülkeleri ile Batı arasında bir tür tampon devlet konumu demek bu. Ve bu nedenle de “vazgeçilemez” bir konum.
Örnekler önümüzde..
Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olmasa da varlığını sürdürebilir mi?
Evet, sürdürebilir… Gerçi buna sürdürmek değil, süründürmek demek daha doğru ama böyle bir proje yürütülebilir…
Türkiye’nin 31.2 milyar dolar ihracatı, 8.1 milyar dolar turizm geliri, 2.7 milyar dolar işçi dövizi geliri var… Bu geliri “idare etmek” ve sınırlarımız içine çekilip yaşamak mümkün.
Bunun yaratacağı birçok sorun da var elbette. Bu, Türkiye’nin artık büyümekten vazgeçmesi demek… Büyümek bir yana giderek küçülmesi anlamına da gelecek bir süreç bu.
Yakın geçmişte çevremizde de bunu yapanlar vardı. Çavuşesku’nun Romanyası gibi… Ülkenin gelirleri sadece silahlanma ve toplumdaki hamaset duygularını körükleyecek gösteriş yatırımlarına harcanmıştı… Bütün o dönem boyunca Romen halkı iki göz bir evde yaşamış, taze sebze ve meyveye hasret kalmış, üzerinde et bulunmayan bir kemik parçasını tenceresinde kaynatabilmek için saatlerce kuyruklarda sürünmüştü…
Tercih buysa…
Günümüzde de bunu yapanlar var… Özbekistan gibi, Irak gibi ülkeler kendi sınırlarının içine kendilerini hapsedip, dışardan gelebilecek tehlikelere karşı kendilerini akıllarınca koruyorlar…
Oralardaki yaşam biçimlerini beğenmesek bile teorik olarak bunu yapmamız mümkün. Bu takdirde istediğinizi asabilir, istemediğiniz şeyleri söyleyenleri hapse tıkabilir, sürekli bir kriz ortamında yaşamaya alışabilir, dünya konjonktüründeki değişmelere göre siyasi – ekonomik kazançlara ya da kayıplara razı olabilirsiniz.
Bunu tercih edecek olursak zamanla ülkenin görüntüsünün de değiştiğini görebileceğiz. Kaba bir tanımlamayla Türkiye, gözümüzün önünde “eskiyecek, küçülecek, fakirleşecek”…
Küçülme göze alınabilir mi?
Öyle bir coğrafyadayız ki silahlanmak, hele bir de “tek başımıza” kaldığımızda kaçınılmaz. Önümüzdeki yıllar boyunca ordumuzun modernleştirilmesi için harcamamız planlanan bütçe 40 milyar dolar… Yani bir yıllık tüm gelirlerimizin toplamı kadar. Elbette bir yılda harcanmayacak ama her yıl bütçenin önemli bir bölümünü bu işe harcayacağız anlamına geliyor bu…
Demek ki aslında “idare edeceğimiz” gelirimiz yılda 20 milyar dolar düzeyinde…
Bugün beğenmediğimiz ama alıştığımız yaşam standardına bile bir daha hiçbir şekilde ulaşamayacağımız anlamına geliyor.
AB karşıtlarının görmek istemedikleri hatta unutmak istedikleri bir hesap bu, ama gerçek.
Ya büyümeye devam eden, yaşam standartlarını yükselten, çocuklarına daha iyi bir gelecek bırakmak için fedakarlıklar yapan bir ulus olacağız ya da giderek küçülen, gelecekten umudu kalmayan, dünyada esamesi okunmayan bir ulus.
Devlet Bey ve Tansu Hanım işte bu tercih üzerinde “politika” yapıyorlar!