MİLLİYET

Tanrım, beni yanlış anlaşılmaktan koru..

 Böyle bir şarkı vardı. Zaman zaman radyolarda da hâlâ çalıyor: Oh Lord, please don’t let me be misunderstood! Tanrım, beni yanlış anlaşılmaktan koru..

Elvis Costello ve The Animals versiyonlarını daha çok severim ama Joe Cocker da dahil olmak üzere bir çok şarkıcı ve grup tarafından seslendirilmiş bir şarkı bu..
Ne zaman söylediğim ya da yazdığım bir şeyin yanlış anlaşıldığını görsem ister istemez bu şarkıyı mırıldanırım.
Geçenlerde Radikal’de bir haberi okurken yine aynı şarkıyı söylemeye başladığımı fark ettim.
Haberin orijinali, İngiliz The Observer gazetesinde yayımlanmış.
Değişik ülkelerden yaklaşık beş milyon kişinin katıldığı dev bir araştırmayla ilgili bir haber bu.
Araştırmanın amacı, ülkelerin marka değerini belirlemek..
Ve üzülerek söylemeliyim ki Türkiye, önde gelen on ülke içinde “en kötü ulusal marka” olarak ortaya çıkıyor.
“Ülke marka değeri” en yüksek ülke ise İsveç çıkmış. Dünya yüzündeki “tüketiciler”, İsveç’e barışçıl ve adil toplumu ve istikrarlı hükümet yapısıyla büyük bir hayranlık duyuyorlar.
İkinci sırada İngiltere var. Tüketiciler, İngilizleri “saygılı, eğitimli, zeki, dürüst ve güvenilir” buldukları için ikinci sıraya yerleştirmişler.
Amerika “zorunlu” bir marka olarak görülüyor. Ancak tüketicilerin önemli bölümü ABD hükümetini “tehlikeli” olarak niteliyorlar. Bu yargıyı dile getirenler özellikle Almanlar ve Fransızlar..
Türkiye’nin “en kötü ulusal marka” olmasının nedenleri ise ilginç. Tüketiciler, Türkiye’yi “aşırı İslami akımlar ve insan hakları ihlallerinin bulunduğu bir ülke” olarak değerlendiriyorlar.
Türkiye’nin bir sıra üstünde ise Rusya var. O da “istikrarsızlığı” nedeniyle güvenilmeyen bir marka olarak kendini gösteriyor..
Bir Türk olarak “yanlış tanınıyor olmayı” ciddiye almayabiliriz elbette.. İnsanları cehaletle, önyargılı olmakla hatta ırkçılıktan malul olmakla suçlayabiliriz.
Ancak bu, böyle kendimizi rahatlatacak tanımlamalarla geçiştirilebilecek bir şey gibi de görünmüyor.
“Uluslararası marka uzmanı” Simon Anholt, tüketicilerin Fransa’da tatil yapmalarının ya da Alman otomobillerine hayran olmalarının gerisinde bu tür “marka tercihlerinin” yattığını söylüyor.
Zaten araştırmada da “turizm, yatırım, kültür, halk, yatırım ve ihracat, yönetim biçimi” gibi faktörlerle ilgili algılar sorulmuş.
Bu şu demek: Türkiye’de bir gün dünyanın en iyi otomobilini de yapsak, ülke markasındaki bu olumsuz algılama onun satışını da etkileyecek.. Ya da turizmde, dünyanın en iyi otellerinden yüz tanesini bir sahile yan yana dizsek bile, istediğimiz sayıda ve istediğimiz fiyatta yatak satamayacağız anlamına da geliyor bu..
İş dönüp dolaşıp bizim içinde yaşadığımız için herkesçe biliniyor olduğunu sandığımız özelliklerimizi, iyi hasletlerimizi bu insanlara anlatabilmek.. Demokrasi ve insan hakları konusunda daha ileri gidebilme isteği içinde olduğumuzu, hatta bunun için adeta çırpındığımızı gösterebilmek. Ülkemizde zaman zaman ortaya çıkan “aşırı İslami akımlar”a rağmen, bu ülkenin laik bir demokrasi olduğunu, herkesin kendi inancını serbestçe yaşayabildiğini duyurabilmek..
Sorun, gerçekten çok ciddi ve geçici tanıtım kampanyalarıyla üstesinden gelemeyeceğimiz kadar da ağır.