MİLLİYET

Truvalı Helen, Paris'e gerçekten âşık mıydı?

 Brad Pitt’in filmi ortaya çıktığından beri bizim bin yıllık Truva’ya artık “Troya” diyoruz ve bu durum aslına bakarsanız benim canımı fena halde sıkıyor.

Birçok kişi “ne fark eder, birisi Fransızca, öteki İngilizce” dese de ben “Türkçeleşmiş Türkçedir” sözüne inananlardanım ve bundan taviz vermeye de niyetim yok. Bu nedenle şu sıralar herkesin dilindeki filmden izninizle Truva diye söz edeceğim.
Truva ile ilgili efsaneleri hepimiz kabaca da olsa biliyoruz. Efsaneye göre Paris ile Helen’in karşı konulamaz aşklarının, sonunda Tahta At numarasıyla biten bir felakete yol açtığını da..
Ancak filmi izlerken Helen ve Paris’in “ruhsuz” aşklarına bakınca insan ister istemez “Bu muymuş?” diye düşünmeden de edemiyor..
Bu aşkın “ruhsuz” olduğunu düşünmeme yol açan, filmin sonlarındaki bir sahne oldu.

Ayrılık, ölümden beter
Paris, Helen’i Truva’dan çıkaracak gizli geçidin ağzına getirdi ve bir kuru vedalaşmadan sonra silahlarını alarak dövüşmeye gitti..
Şunu düşündüm: Bu gerçek bir aşk olsaydı, Helen bu kadar kolay Paris’i bırakıp geçidin karanlık dehlizlerinde kaybolabilir miydi?
Yanıtım; hayır, böyle bir şey asla olamazdı..
Helen’in ne yapıp edip Paris ile birlikte kalması gerektiğini, hatta gerekirse el ele ölmeyi göze alması gerektiğini düşündüm.
Halil Cibran’dan vaktiyle okuduğum bir söz de beynimin kıvrımları içine gizlenmişti: “Sevgi, derinliğinin ne kadar olduğunu ayrılık zamanına kadar bilmez..”
Geçenlerde izlediğim bir Japon filminde bir samurayın anlattığı bir öyküdeki gibi sevgiliden ayrılmak, gerçekten seven insana ölümden daha ağır bir cezadır..
Öykü şöyleydi: Bir samuray, birisine âşık oluyor ve onunla belli bir tarihte buluşmak için sözleşiyor. Ama o gün geldiğinde kadere bakın ki samuray bir savaş sonunda esir düşmüş oluyor.. Âşık olduğu kişinin bu durumdan haberi yok ve sofrayı kurup beklemeye başlıyor.. Derken samuray gölgelerin arasından süzülüp çıkageliyor.. Ama son derece üzüntülü bir şekilde: Ne yemek yiyebiliyor, ne bir şeyler içebiliyor.. Sonra anlaşılıyor ki gelen samurayın hayaletinden başkası değildir.. Sevgilisine kavuşamayacağını düşünen samuray, esir bedenini öldürmüş ve ruhunu serbest bırakmıştır ki sevgilisine kavuşabilsin..
Öte yandan gerçekten âşık olan bir insan, içinde bulunduğu durumu kendi aklıyla değerlendirip buna göre hareket edemez. Duyduğu ses sadece yüreğinin sesidir.

Bu, ‘Televole aşkı’..
Francis Bacon, “Denemeler” isimli eserinde şöyle diyor: “Hem sevmek, hem de akıllı olmak imkânsızdır.”
Helen’in, gizli geçidin kapısında Paris’i kolayca bırakıvermesi bana sadece “akıllı” bir insanın yapabileceği bir iş gibi görünüyor, âşık bir insanın yapabileceği gibi bir iş değil..
Helen, aklıyla davrandı, çünkü Truva’da kalmak ölmeyi göze almak demekti. Çünkü işin özü de bu ki Paris’e âşık da değildi..
Filmle pek uyuşmuyor ama zaten Helen, Homeros’un destanında Afrodit’in yardımıyla eski kocası Menalaos’a da geri dönüyordu.
Âşık olan kişiler, eğer bu aşk bir “televole aşkı” değilse, bir aşktan, ötekine bu kadar kolay yelken de açamazlar.. Dediğim gibi buna ancak bizim “televole” aşklarında rastlanabilir ki, ona da zaten aşk değil, “düzeyli ilişki” deniliyor!