Önce gazetelerde Erdemir’i satın almak için bir “milli takım” kurulduğu haberini okudum. Salı günü de Milliyet’te “ulusalcı bankacıların” manifestosu yayımlandı!
Bütün bunların Basra Körfezi’nden gelen sıcak hava dalgasının yol açtığı bir halüsinasyon olduğunu zannettim önce ama, Türkiye’de yaşamakta olduğumu fark etmem de çok sürmedi..
Bugün kırk parça olan Türk sol hareketindeki ilk büyük ayrılık da bu yüzden çıkmıştı.
Öyle görünüyor ki, şimdi “milli mesele” yüzünden bölünme sırası Türkiye’nin “kapitalistleri”nde.
Yakında elinde Mahir Çayan’ın risaleleriyle dolaşan ticaret ve sanayi odası başkanları görürsem de hiç şaşırmayacağım.
İnsanın önce işi olmalı
1980 öncesinde bir sendikada uzman olarak çalıştığım günlerde bir işçi eğitiminde, kapitalist sistemin işçileri nasıl sömürdüğünü anlatan bir ders vermiştim. Marksist değer teorisinden, artı değerden, somutlaşmış emekten söz eden teorik bir eğitim…
Dersten sonra “dozer operatörü” olduğunu bildiğim yaşlıca bir işçi bana şöyle dedi: “Hoca, benim iki oğlum var, biri sanat okulunu, öbürü liseyi bitirdi. Sen bunlara bir iş bul da varsın sömürülsünler!”
O yaşlı işçinin bildiği önemli bir şey vardı diye düşündüm sonra: İnsanların önce bir işi olmalı. Kendilerine bir yaşam kurabilecekleri, gelecekle ilgili planlar yapabilecekleri, yaşama bağlanmalarını sağlayacak bir işleri… Geri kalan her şey ancak bundan sonra düşünülüp konuşulabilirdi.
Gerekçeler komik
Bugün “yabancı sermayeye” bakışımı belirleyen de bu eski öğüttür. Türkiye’de çalışabilecek durumda olan önemli sayıda insan var ve biz burada kendi oluşturduğumuz sermaye birikimiyle bu insanlara yeni iş yaratmakta zorlanıyoruz.
Bu tabloda “yabancı sermayenin” olası zararlarından söz etmek, bana, açlıktan ölmek üzere olan birisine, ileride kanserden ölecek diye hormonlu ya da genetik kodları değiştirilmiş gıdalardan uzak durmasını söylemek gibi geliyor.
Öte yandan “yabancı sermaye”ye karşı çıkanların ileri sürdükleri gerekçeler de doğrusunu isterseniz bana komik ve ekonominin gerçeklerinden hayli uzak geliyor.
Aralarında fark var mı?
“Ulusalcı bankacılar”ın manifestosunda şöyle bir madde var örneğin: Yabancı bankalar kriz olunca kredilerini geri çağırırlar!
Yaşadığımız şunca krizde “ulusal bankacılar” sanki bu işi hiç yapmamışlar, eski dönemlerde verdikleri tüketici kredilerine bile kriz şartlarında oluşan yüksek faizleri uygulamamışlar gibi.
Krizlerde “yabancı sermaye”nin elindeki tahvil, bono ve hisse senetlerini hızla satarak paralarını yurtdışına götürebilecekleri de bir başka iddia.
Sanki krizlerde “ulusal sermayedarlarımız” aynı şeyi yapmamışlar gibi. “Bıyıklı yabancı” adı verilen nakit sermaye sahipleri kimler dersiniz?
Krizlerde yabancı sermaye bütün faaliyetlerini durdurur, işçileri işten çıkarır deniliyor.
Bugün “milli takım” kuran sermayedarlarımızdan kaçı yaşadığımız krizlerde işçilerini işten çıkarmadı? Kaçı gerçek faaliyetlerini askıya alıp bütün dikkatini yüksek faizden para kazanmaya yöneltmedi? Kaç tane şirketimizin “asıl faaliyet dışı” gelirleri, söz konusu dönemlerde “faaliyet kârını” geçmedi?
Her şey iktidarın elinde
Bütün bunları yaptıkları için onları eleştirmemiz mi gerekiyor? Yoksa bunlar yerli ya da yabancı olsun normal bir sermaye sahibinin yapması gereken hareketler miydi?
Günümüz dünyasında ekonomik sorunlara “milli-yabancı” gözlüğüyle bakmak bizi yanıltır.
Sermaye, kapitalist bir düzende kendi kurallarına göre hareket eder. Kâr ettiği yerde kalır, zarar ettiği yerden kaçar.
Marifet, ulusal ekonomiyi yönetenlerin ülkeyi krizlere sokmayacak politikalar uygulamaları, ekonominin yapısal sorunlarını çözmeleri ve yeni iş alanları yaratacak yabancı ya da yerli sermayeyi buna özendirmeleridir.