Enayi kime denir? Verdiği sözü tutana mı?
Reklam filmlerini çok seviyorum. 15 ile 60 saniye arasındaki kısacık bir süreye sıkıştırılan harika görüntülerden, inanılmaz kurgulardan ve müziklerinden dolayı değil bu sevgim. Reklam filmlerinin yaşadığımız toplumun belirli bir anındaki fotoğrafını çok iyi yansıttığına inanıyorum.
İki yıl önce Pars/Mc Cann Reklam Ajansı tarafından hazırlanmış bir film izlemiştim.
Film, televizyonun ilk yıllarından günümüze kadar çekilmiş tv reklam filmlerinin arka arkaya monte edilmesiyle yaratılmıştı.
O gün perdede akıp giden görüntüler sanki Türkiye’nin sivil tarihinin en önemli tanıklarıydılar.
Örneğin daha önce doğu aksanıyla konuşan İzocam’ın kapıcısı, demokrasinin askıya alındığı dönemlerde duru bir İstanbul türkçesiyle konuşmaya başlıyordu.
İthal ikameli ve tasarrufu yücelten kalkınmacılık politikalarından bireysel tüketimin kışkırtıldığı bolluk dönemlerine geçiş ile “yenisi geldiği için eskilerini çöpe attıran Jill çorapları” filminin çakışması da bir tesadüf değildi. Kentbank’ın, Yapı Kredi’nin reklam oyuncularını transfer edişiyle ilgili düşüncelerimi daha önceki bir yazımda aktarmıştım.
Köşe dönmeciliğin ve başkalarının haklarına saygısızlığın reklam filminde nasıl somutlaştığını anlatmıştım.
Yaratıcılığın önemsenmediğine, hazırlopçuluğun ve ben yaptım olduculuğun nasıl yüceltildiğine dikkat çekmiş ve bunun günümüz Türkiye’sini yansıtan iyi bir örnek olduğunu yazmıştım.
Son günlerde televizyonlarda izlediğimiz bir başka reklam filmine dikkatlerinizi çekmek istiyorum şimdi.
Film Anadolu Hayat Sigorta’nın ilk emeklileri ile ilgili.
Siz de hatırlayacaksınız, filmde yurtdışına giden bir işçi geri döneceğine söz vererek trene biniyor. On yıl sonra da sözünü tutup geri dönüyor.
Görüntüye daha sonra Demet Akbağ geliyor ve Anadolu Hayat’ın da tıpkı filmdeki adam gibi sözünü tuttuğunu ve 11 yılda emekli olanların paralarını aldıklarını bildiriyor.
Filmin ana teması hemen fark etmiş olduğunuz gibi “verilen sözün tutulması”.
Aynı tema üzerine kurulmuş bir başka reklam kampanyası da İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yürütülüyor.
Erdoğan da yaptığı hizmetleri “bir sözümüz vardı” hatırlatmasıyla seçmenlerine duyuruyor.
Vermiş olduğu bir sözü tuttuğu için bundan kendisine pay çıkarıyor.
Geçenlerde katıldığım bir reklam toplantısında da, aynı çatıyı paylaştığımız Milliyet’in vermiş olduğu promosyon sözlerinin hepsini eksiksiz yerine getirmiş olmasından bir film yapılmasını ciddi ciddi konuştuk.
Verdiği sözü tutmuş olmasının Milliyet’in prestijini daha da yükselteceğini birbirimize anlattık.
Reklamcılann aslında pek göstermeseler bile iyi birer toplum bilimci olduklarını bu örnekler oldukça güzel sergiliyor.
Yıllar sonra bu filmleri seyredenler, 1995 Türkiye’sinde verilen bir sözün tutulmasının hayret verici bir şey olduğunu bu filmlerden öğrenecekler.
“1995 yılında Türk halkı o hale gelmiş ki, birisinin verdiği bir sözü tutması bile onun için çok önemli bir referans olabiliyormuş,” diyecekler.
Gerçekten de yaşadığımız günler bir insanın verdiği bir sözü tutmasının neredeyse “enayilik” olarak nitelenebileceği günler.
Tüccar verdiği sözü tutmuyor. Çoğumuzun verdiği çekler karşılıksız, senetler ödenmeden geri dönüyor. Hatta artık akıllı tüccar, altında kimin imzası olursa olsun senet almayı bile kabul etmiyor.
Bazı gazeteler sözlerini tutmuyorlar. Aylar önce vereceklerini ilan ettikleri ütüleri, databankları dağıtmıyorlar. Önce mal yok diye kupon kesen vatandaşı oyalayıp, sonra da teslim süresi geçti diye geri çeviriyorlar.
Politikacılar ise hepsinden beter.
Bırakın halka verdikleri sözleri tutmaları, birbirlerine verdikleri sözleri bile tutmuyorlar.
Hükümet listesinin Çankaya kapısına kadar Başbakan’ın cebinde çıkıp da geri dönmesinin ardında da zaten birbirlerine verdikleri sözlerin tutulmaması yatmıyor mu?
Evet öyle bir ülke olduk ki, dürüstlük, namusluluk, verdiği sözü tutmak gibi her sıradan insanda bulunması gereken erdemler, göğsünü gere gere ortaya sürülen “vasıf” haline geldiler.
Hatta, giderek bu tür erdemler, bir insanın her hangi bir işi yapabilmesi için yeterli tek şart haline geliyorlar.
Kimse bir görevi üstlenen insanın o işi yapabilme ehliyeti ile ilgili değil. Eğer bir insan dürüst ve namuslu olursa, nasıl olsa yapa boza o işi de öğrenir diye düşünüyoruz.
Fadime, Temel’e ağaçların altında romantik bir gezi sırasında sormuş:
” Ne düşünüyorsun?”
“Senin düşündüğünü” diye yanıtlamış Temel. Ve tokadı yemiş.
Ne dersiniz, Temel ile Fadime’den çok fazla farkımız kalmadı galiba?