RADİKAL

18 Nisan’da ne seçeceğiz?

On yedi gün sonra sandık başına gideceğiz. Sokaklara asılan bayraklar ve avaz avaz dolaşan seçim otobüsleri de olmasa bir seçimin yapılmakta olduğunun farkında bile değiliz.

YSK’nın adeta siyaset yapılmasını yasaklayan ‘seçim yasakları’nın da bu işte etkisi var. Anket sonucu açıklamak yasak, hatta anket yapmak bile yasak ama adayların devlet ve belediye imkânlarını kullanarak kişisel reklamlarını yapmaları ‘serbest’. Garip bir seçim süreci yaşıyoruz…
Yasak öncesi yapılan son araştırmalar seçimden DSP’nin birinci çıkma ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Eğer ANAP da anketlerdeki durumunu koruyorsa seçimden sonra çok büyük ihtimalle bir DSP-ANAP koalisyonu ortaya çıkacak.
Bence işin püf noktası da burada.
Türkiye 2000’li yıllara neredeyse 40 yıldır siyasetin içinde olan Bülent Ecevit’in başbakanlığında girecek.
İnsan ‘Umudumuz Ecevit’in’ eski başbakanlık günlerini hatırlıyor: ‘Dürüstlük’ kaygısının giderek hiçbir iş yapmamaya dönüştüğü günleri… Benzin kuyruklarını, 70 sente muhtaç Hazine’yi, yağ kıtlığını…
Şeytan insanı hangisinin daha iyi olduğunu sorgulamaya itiyor ister istemez.
Kırk katır mı, yoksa kırk satır mı sorusuyla bir kez daha karşı karşıyayız.
Bu seçimde ‘fantezilere’ yer olmadığı kanısındayım. Belki ‘fazla pragmatik bir yaklaşım’ olarak eleştirilebilir bu düşüncem, ama anketler bunu gösteriyor.
Bu nedenle aslında basit bir seçim yapacağız diye düşünüyorum.
Önümüzde iktidara aday iki blok var: Ya Fazilet-Çiller bloğuna yol vereceğiz ya da DSP-ANAP koalisyonunu seçeceğiz.
Birinci seçeneğin Türkiye’nin tansiyonunu yükselteceğini, yeni bir 28 Şubat sürecine gireceğimizi, ‘devlet için kurşun atanlarla kurşun yiyenlerin’ bir tutularak çeteleşmenin teşvik edileceğini, demokratik haklarını kullanan insanların ‘gulu gulu dansı yapıyorlar’ diye aşağılanacaklarını görmek için falcı olmak gerekmiyor.
DSP ya da ANAP’tan birisine oy vererek Fazilet-Çiller ihtimalinin önünü kesmek mümkün. Bu durumda da akla başka bir soru geliyor: Koalisyon, hiçbir ciddi işin yapılamayacağı kokmaz bulaşmaz ‘demokratik solcuların’ öncülüğünde mi olsun, yolsuzluklara daha açık da olsa hiç değilse ‘bir şeyler yapmaya çabalayan’ ANAP’ın liderliğinde mi?
Ne kadar garip bir soru sorduğumun ben de farkındayım. Sanki bunun ikisi bir arada olamazmış gibi geliyor hepimize.. Yani hem kamu kaynaklarının insafsızca soyulmadığı, hem de ciddi işlerin yapılabildiği bir iktidar düşüncesine o kadar uzağız ki..
Galiba seçimlere ilginin bu kadar düşük olmasının temel nedeni de bu.. Geçmişin hatıraları siyasete olan umudumuzu o kadar tüketmiş ve kırk katırla kırk satır arasında kalmak hepimizi o kadar bunaltmış ki ne siyaset konuşmak istiyoruz, ne de konuşanlara ilgi duyuyoruz.
Oysa bütün göstergeler, Türkiye’nin yakın geleceğinin seçim sonuçları ile doğrudan ilgili olduğunu gösteriyor.
‘Gelişen pazarlar’ arasında Türkiye’nin hâlâ ayrıcalıklı bir konumu var. Artık ne Rusya’nın, ne Latin Amerika’nın ne de Asya Kaplanları’nın eski havası yok. Kolay kolay da olmayacak. Türkiye global krize rağmen yaşam belirtileri gösterebilen tek ülke olarak bölgesinde bir yıldız gibi parlıyor. Yabancı yatırımcıların seçimden istikrar çıktığı takdirde Türkiye’ye geri dönmeye hazır oldukları biliniyor.
Kime oy vereceğimiz kararını vermeden önce partilerin temsil ettikleri siyasi zihniyet kadar bunlara da bakmak gerekiyor diye düşünüyorum. Söz konusu olan geleceğimizdir. Çocuklarımızın, torunlarımızın geleceği…
Onların nasıl bir ülkede yaşayacaklarına biz karar vereceğiz: Dini taassubun ve çiğ milliyetçiliğin ezdiği ikinci sınıf bir Ortadoğu ülkesinde mi, gelişen ve Avrupa standartlarını yakalamaya çalışan medeni bir ülkede mi?
18 Nisan’da oylayacağımız şey aslında sadece budur.