Yugoslav hükümetinin Kosova’da yürürlüğe koyduğu etnik temizlik operasyonunun ardından NATO’nun askeri müdahalesi tüm dünyada önemli bir tartışmanın başlamasına yol açtı.
Sorun esas olarak uluslararası toplumun, egemen bir ülkeye müdahale hakkının olup olmadığı tartışması etrafında toplanıyor.
1975 tarihli Helsinki Anlaşması imzacı ülkelerin ‘insan haklarına saygı göstermesini’ karara bağlıyordu, ancak buna aykırı davranan hükümetlere karşı herhangi bir yaptırım öngörmüyordu.
1990 tarihli Paris Şartı ise ‘insan haklarına saygı göstermeyen ülkelerin uluslararası toplumdan tecrit edilmesine’ ilişkin bir hüküm içeriyordu ve bu bakımdan Helsinki’de varılan anlaşmanın eksik kalan ‘yaptırım’ yönünü tamamlıyordu.
Eski Yugoslavya’nın dağılma süreci içinde Sırpların yaptığı insan hakları ihlallerine karşı yeni Yugoslavya’ya bu hukuki çerçeve içinde çeşitli yaptırımlar uygulandı. Yugoslavya sadece moral anlamda dünyadan tecrit edilmekle kalmadı, sıkı bir ambargo ile de cezalandırıldı.
Miloşeviç’in ırkçı, faşist yönetimi buna rağmen kendisine yeni hedef olarak Kosova’yı seçti. Ulusal egemenliğin ve toprak bütünlüğünün korunması gerekçesiyle bölgede sivil halka karşı sistemli bir etnik temizlik uyguladı. Kosova’nın statüsünü değiştirdi ve Avrupa’nın bu bölgesindeki sınırları bir bakıma yeniden çizmeye teşebbüs etti.
Şimdi tartışılan konu işte budur: Yugoslavya egemen bir devlet olarak kendi sınırları içinde yaşayan ve kısmi özerkliğe sahip bir halkın bugüne kadar sahip olduğu hakları elinden almaya yetkili midir? NATO öncülüğünde yürütülen askeri harekât ileride öteki egemen ülkelerin içişlerine müdahale için yeni bir hukuki ve fiili durumun yaratılması için örnek olabilir mi? Çeşitli egemen devletlerin toprakları içinde yaşayan azınlıkların ya da azınlık statüsü taşımayan halkların Kosova örneğinden yola çıkarak kendi ulusal devletlerini kurma ve bu amaç için uluslararası toplumu kullanma hakları doğabilir mi?
Bu sorulara doğru yanıtı bulabileceğimiz anahtar ‘insan haklarına saygı’ kavramında yatıyor.
Bugün Yugoslavya’ya yapılan askeri müdahalenin dünya kamuoyunun vicdanında haklı görülmesinin temel nedeni budur. Yugoslavya egemenlik haklarını, insan haklarının ihlali ve etnik temizlik için bir gerekçe olarak kullanmıştır.
Askeri harekâta varan fiili durum artık kendi hukuki çerçevesini de çizmiş bulunuyor. Ulusal egemenlik kavramı insan haklarına saygı kavramı ile bir anlam kazanıyor. İnsan haklarına saygı göstermeyen devletler, egemenlik haklarını bir dokunulmazlık zırhı olarak kullanamıyorlar.
Sorunun Türkiye’yi ilgilendiren boyutu, Rusya Başbakanı Primakov’un bir demeci ile gündeme geldi.
Ancak unutmamak gerekir ki Türkiye’deki Kürtlerin durumu ile Yugoslavya’daki Arnavutların, Türklerin, Boşnakların, Makedonların durumu aynı değil.
Türkiye kendi halkına karşı bir etnik temizlik hareketi uygulamadığı gibi anayasal olarak vatandaşları arasında bir ayrım da yapmıyor.
Evet, insan haklarının korunması konusunda önemli eksiklikleri var, ama bu durum ülkede yaşayan herkes için geçerli ve ırkçı mülahazalarla bir ilgisi yok.
Bu bakımdan Yugoslavya örneğinden yola çıkarak Türkiye’nin Kürt sorunu hakkında bir sonuca varmak mantıklı değil.
Eğer ileride Miloşeviç’inkine benzer bir faşist iktidar Türkiye’de de işbaşına gelir ve Sırpların yaptığına benzer insan hakları ihlalleri yapacak olursa dünyanın tepkisinin Kosova’dakinden farklı olmayacağını da görmek gerek.
Çok şükür ki hem Türkiye’nin toplumsal yapısı hem de ülkenin genel siyasi gelişme eğilimi böyle bir durumun gerçekleşme ihtimaline izin vermiyor.