Almanya-Türkiye maçı için Münih’e gittikten sonra hep yazdığım bir inancım daha da pekişti: Futbol sadece bir oyun değil.
Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası ilk uluslararası futbol karşılaşması 1951 yılında Berlin’de oynandı. O tarihte Berlin müttefiklerin işgali altındaydı. Sıkıyönetim uygulanıyor, nazizmin hortlamasından endişe ediliyordu. Her türlü toplantı da yasaklanmıştı.
1951’de Alman ulusal birliğinin ve ulusal gururunun bir temsilcisi olarak oluşturulan Milli Takım’a müttefikler en uygun rakip olarak Türkiye’yi bulmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın iki mağlup müttefiki arasındaki tarihi bağların, bu maçın bir ‘mağluplar-galipler’ savaşına dönüşmesini önleyeceği öngörülüyordu.
Berlin’de oynanacak maç nedeniyle ilk kez toplantı yasağı da uygulanmayacaktı.
Maç 2-1 Türkiye’nin galibiyeti ile sonuçlandı. Savaştan yeni çıkmış ve her şeyiyle bitip tükenmiş bir halkın temsilcisi olan Alman Milli Takımı maç boyunca üstün olan taraftı. O maçın akıllarda kalan tek kahramanının ‘Berlin Panteri Turgay Şeren’ olması, aslında karşılaşmanın hangi şartlar altında oynandığının da bir göstergesiydi.
Münih’teki son maçtan çıkarken Turgay Şeren’e o günleri sordum. “Tribünlerde inanılmaz bir görüntü vardı” diye anlattı ‘Berlin Panteri’.. “Her yer sakat insanlarla doluydu. Kolları, bacakları kesilmiş bir stat dolusu malul gazi… Mutlaka kazanmak istiyorlardı ve o hırsla oynadılar.” Sanki Alman Milli Takımı savaştaki yenilginin acısını çıkarmaya çalışmış, ama başarılı olamamıştı.
Münih’teki maçta tribünleri dolduranlar bu kez bir başka savaşın mağlubu olan bir halktı.
Ekmek parası uğruna doğup büyüdükleri, yaşadıkları kentleri terk edip, her şeyiyle yabancı bir ülkeye gelmek zorunda kalan insanlar..
Günlük hayatlarında zaman zaman ırkçılığın en aşağılık yüzüyle karşılaşan insanlar için bu maç da bir hesaplaşmaydı. O gün tribünleri dolduran 45 binin üzerindeki Türk kazanmayı her şeyden çok istiyordu.
Ve maç da bu hava içinde oynandı. Bu maçın Alman tarafındaki kahramanının ‘Münih Panteri’ kaleci Oliver Kahn olması da tarihin tekerrüründen başka bir şey değildi.
Son Dünya Kupası’nı kazanan Fransa Milli Takımı büyük ölçüde Fransız sömürgelerinden gelip ülkeye yerleşen ailelerin çocuklarından oluşuyordu. Otoriteler 1998 Dünya Kupası’ndaki başarısızlığın altında Almanya’nın hâlâ gizli bir ırkçılıkla takımını Alman kanından gelmeyen vatandaşlarına kapatmasının yattığını yazdılar.
Münih’teki maç bu eleştirinin Alman futbol dünyasında da etkisini gösterdiğini ortaya koydu. Anası-babası Türk, kendini bir Alman’dan çok bir Türk gibi hisseden bir vatandaşlarını ilk kez takıma aldılar. Maçın sonlarında da olsa Mustafa Doğan sırtındaki Alman formasıyla sahadaki yerini aldı.
Tribünleri dolduranlar Mustafa Doğan ve ailesiyle ortak bir kaderi paylaşan insanlardı. Almanya’nın daha rahat maçları dururken Mustafa Doğan’ın zorluk derecesi böylesine yüksek bir maçta forma giymesi tribünlere verilmek istenen bir mesajdı sanki. Onlara ‘siz de bizlerden biri olabilirsiniz’ demek istiyorlardı diye düşündüm.
Bunun Almanya için ne kadar hayati bir mesele olduğunu görmek için ciltlerce kitap okumaya gerek yok. Münih sokaklarında kısa bir yürüyüş bile oradaki Türklerin ‘asimilasyona’ nasıl direndiklerini anlamaya yetiyor. Adeta iki ayrı hayat yaşanıyor Münih’te. Birbirine muhtaç ama birbiriyle kaynaşmaya asla niyetli olmayan iki ayrı yaşam biçimi…
Münih’te seyrettiğimiz şey sadece futbol değildi, vatanından uzakta kalmış bir halkın ‘ben de varım’ çağlığıydı.