WASHINGTON D.C.- Telefon acı acı çaldığında geceyarısını çoktan geçmişti. (Telefon zilleri bildiğiniz gibi beş duyumuzdan işitmeye hitap ediyor, bir tat ifade etmiyor, acı dediysem sadece lafın gelişi elbette!)
Telefondaki kadın sesi “Mr. Yılmaz’ın odası mı” diye sordu. “Evet” dedim. “Mr. Holbrooke arıyor” cümlesi yankılandı telefonun ahizesinde. Soru sorma sırası bana gelmişti: “Siz hangi Mr. Yılmaz’ı arıyorsunuz?” Kadıncağız kısa bir suskunluk geçirdi. “Orası Presidential Suit değil mi” diye soruma soruyla karşılık verdi. Gerçeği anlayınca özür diledi ve kapattı.
Telefon iki dakika sonra bir kez daha çalmasa bu olayı yazmayacaktım. Yine aynı kadın sesi bu kez “Türkiye Başbakanı Mr. Yılmaz’ı Mr. Holbrooke arıyor” diyordu. Ne de olsa Türk ve uyanık olduğumdan ilk aklıma gelen “birileri kafa buluyor” düşüncesi oldu. Resmi bir sesle ve Mesut Yılmaz gibi kelimeler arasında boşluklar yaratarak yanıt verdim. “Hayır, burası Türk Başbakanı’nın suiti değil. Benim adım da Yılmaz ama ben sadece Atlantis Kralı’yım ve fena halde paraya ihtiyacım var.” Telefonun suratıma kapandığını bilmiyorum söylememe gerek var mı?
Telefon birkaç saniye sonra tekrar çaldı. Bu kez bir erkek sesiydi aynı soruları soran. Onun da “adam işletme oyunu”nun bir parçası olduğunu düşünerek aynı yanıtları ona da verdim. Özür diledi ve kapattı.
Şu anda sabah olmak üzere ve ben hâlâ bana birisi oyun mu yaptı, yoksa Willard Oteli’nin santralı dün dalgınlık kurbanı mı oldu bilmiyorum. Herkes kalksın öğreneceğiz bakalım.
Mesut Yılmaz, siz bu yazıyı okuduğunuz sırada Clinton ile görüşmesini tamamlamış olacak. Beyaz Saray’da Clinton ile başlayacak randevuları, Al Gore ve Albright ile devam ediyor. Boeing uçaklarının alımı ile ilgili anlaşmanın imza töreni de Beyaz Saray’da yapılacak.
Yılmaz, burada üç önemli konunun peşinde. Bir yandan Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi dışlayan kararına karşı Amerika desteği sağlamak, diğer yandan da Kafkas ve Hazar Denizi petrollerinin Akdeniz’e boru hattı aracılığıyla indirilmesini sağlamak için Amerika’yı arkasına almak istiyor. Üçüncü önemli konu ise IMF ile bir süredir yürütülen görüşmelerin olumlu bir sonuca bağlanması.
Avrupa Birliği konusunda Amerika’nın tavrı her ne kadar “Clinton arkamızda” şeklinde yansıtılıyorsa da aslında gerçek pek böyle değil. Amerika’nın bu konuda söyledikleri ile Avrupa’nın istekleri arasında pek bir farklılık yok. Amerika da tıpkı Avrupa gibi insan hakları konularındaki iyileştirmelerin bir an önce yapılmasını, Güneydoğu sorununun çözümlenmesini, Kıbrıs’ta kalıcı bir barış sağlamak için adımlar atılmasını ve bunlar yapılırken de öfke nöbetlerine kapılıp Avrupa ile bağların koparılmamasını istiyor.
Türkiye açısından bir diğer önemli konu IMF ile görüşmeler. Bu yıl 8 milyar dolar civarında bir dış borç ödemek zorunda olan Türkiye, eğer IMF ile anlaşamazsa gerçekten büyük bir sıkıntıya düşecek.
Ancak IMF’deki hava pek de bize yansıtıldığı kadar olumlu görünmüyor. IMF, Türkiye’nin vaatlerini esas olarak inandırıcı bulmuyor ve ekonomiyi düze çıkaracak kısa vadeli bir istikrar programının uygulanmasını istiyor. Mesut Yılmaz bu yorumuma da katılmayacak ama bence ufukta seçim görünüyor.
Türkiye IMF ile anlaşamazsa muhtemel bir krizden önce seçime gitmek Yılmaz için bir kurtuluş olabilir.
Ekonomi dibe vurmadan, geniş kitleler işsizlik sorunuyla karşılaşmadan bir seçime gitmenin önündeki tek engel kişisel görüşüme göre Mesut Yılmaz’ın siyasi geçmişi. Arkasından bundan önce iki kere olduğu gibi üçüncü bir kez daha “Başbakanlığı bıraktı, kaçtı” dedirtmek istemeyeceğinden eminim.